Not: Yazar adı bulunamamıştır.
1. Giriş
Son elli yılda dünya ekonomisinde yaşanan gelişmeler devletin ekonomideki rolünün sıkça tartışılmasına neden olmuştur. Ülkelerin ekonomik kalkınma deneyimleri, bu deneyimler sonucu ortaya çıkan başarı ve başarısızlık örnekleri, yaşanan finansal krizler, dünyanın globalleşmeyle birlikte değişen yüzü ve teknolojik gelişmeler devletin bu gelişmeler sonucu değişen rolünü ve bu role ilişkin soru işaretlerini gündeme getirmiştir.
20. yüzyıl boyunca devletin, gerek faaliyet alanı gerekse milli gelirdeki payına bakıldığında, giderek genişlediği görülmekte, bu durum ise devletin artan rolünün ekonomik kalkınma üzerindeki etkisinin sorgulanmasına yol açmaktadır. Tarihi süreç incelendiğinde, Doğu Asya ülkelerinde olduğu gibi, devletin kalkınmaya olumlu katkı sağladığı örneklerin yanı sıra, devlet eliyle kalkınmanın sürdürülemediği ya da başarısızlığa uğradığı örneklere de rastlamak mümkündür.
Dünya Bankası’nın 1997 yılında yayınlanan Dünya Kalkınma Raporu’na göre, bir çok gelişmenin yanı sıra, özellikle Doğu Asya ekonomilerinde sağlanan mucize ilerlemede devletin üstlendiği rol, Sovyetler Birliği’nin kumanda ekonomisinin çöküşü ve sanayileşmiş ülkelerin de içinde bulunduğu bir çok ülkede yaşanan finansal krizler devletin iktisadi rolünü ve bu gelişmelerdeki yerini daha çok tartışılır hale getirmiştir. Rapora göre, birbiriyle çelişen bu gelişmelerin gerisindeki en önemli etken devletin etkililiğidir (effectiveness); ve etkili bir devlet iktisadi ve sosyal kalkınmada, büyümeyi doğrudan sağlayarak olmasa da, partner, katalizör ve yol gösterici olarak önemli role sahiptir (Dünya Bankası, 1997).
Bu yazıda; iktisadi kalkınma sürecinde devlete neden ihtiyaç vardır, devletin ekonomiye müdahalesi gerekli midir, devletin ekonomik olarak taşıdığı misyonun gerisindeki amaçlar ve üstlendiği görevler nelerdir, devletin verimliliğini sağlamada etkili olan faktörler hangileridir, gibi sorulara cevap aranmaktadır.
Bu amaca yönelik olarak, ikinci kısımda devletin iktisadi rolü ve gerisindeki faktörler incelenmekte; üçüncü kısımda devletin iktisadi rolü tarihsel bir bakış açısıyla ele alınmakta ve çeşitli ülke deneyimlerine yer verilmektedir. Son olarak, dördüncü kısımda, özellikle günümüzde pek çok platformda tartışılan, verimlilik konusu ele alınmaktadır.
2. Devletin Ekonomideki Rolü ve Gerisindeki Faktörler
Üçüncü kısımda ele alınacağı gibi, tarihsel süreç içinde devletin iktisadi rolüne ilişkin farklı modeller ortaya konulmuştur. Günümüzde, bu konudaki yaygın kanılardan biri, iyi organize olmuş bir devletin verimli ve etkin çalışan kurumlarıyla ülkelerin iktisadi kalkınmasında önemli rol oynadığı şeklindedir. Buna göre, devletin piyasalardaki rolünün ve diğer piyasa aktörleriyle olan ilişkilerinin tanımlanması kalkınma stratejileri açısından önem taşımaktadır. Ayrıca, devletin ekonomideki yerinin ve ilişkilerinin tanımlanması kalkınma yolunda gerçekçi hedefler belirleyebilmek ve bu hedeflere ulaşmada başarılı olabilmek için gerekli olmaktadır. Ancak, tahmin edilebileceği gibi, iktisadi kalkınma için uygun olan optimal devlet büyüklüğünün ve devletin yürüteceği görevlerin belirlenmesi her ülkenin farklı koşullarına göre değişiklik göstermekte, dolayısıyla bu konuda bir genelleme yapılamamaktadır.
Devletin iktisadi fonksiyonlarını incelemeye başlamadan önce sorulması gereken sorulardan biri devletin, toplumun diğer örgütlerinden hangi yönleriyle farklı ya da üstün olduğudur. Kuşkusuz bu soruya verilebilecek en önemli cevap, devletin meşruluğuyla ilgilidir. Daha açık bir ifadeyle, devlet kurumlarının başındaki temsilciler, belirli şeyleri yapmak ya da yapmamak konusunda yasal güce sahiptirler. Bu özellik, devlete ve kurumlarına, toplumun diğer teşkilatlarıyla kıyaslandığında, göreli bir üstünlük sağlamaktadır. Buna ek olarak, devletin uyguladığı kuralların genel geçerliliği, bazı görevleri yürütmede gerekli olan bilgilere ulaşmasının kolay oluşu gibi etkenler, çeşitli çalışmalarda devletin diğer örgütlerden daha üstün ya da ayrıcalıklı olduğunu vurgulamak için ayrıca belirtilmektedir.
Diğer yandan, devletin gücünü sınırlayan etkenler de bulunmaktadır. Devlet yönetiminin, yürütülen politikalara ya da önceden verilen vaatlere bağlı olarak, çeşitli çıkar gruplarının baskısına maruz kalması bu gücün kullanımını olumsuz etkileyebilecek faktörlerin başında gelmektedir. Bunun yanı sıra, devlet kurumlarının, diğer teşkilatlarla karşılaştırıldığında, sorumlulukları gereği daha katı yasa ve yönetmeliklere tabi olması, bürokrasinin varlığıyla birleştiğinde ikinci bir olumsuz etken olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yukarıda sayılan ve benzeri olumsuzluklar göz önünde bulundurulduğunda, devletin müdahalesini gerektiren ve aşağıda ele alınacak olan durumlarda devletin her zaman başarılı olamayabileceği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, genel kabul gören argümanlardan biri de, devletin, çeşitli sebeplerle başarısızlığa uğranan alanlara, olumlu yönde gelişme sağlayabileceği koşullarda müdahale etmesi gerektiği şeklindedir (Dodson ve Paramo, 2001; Stiglitz, 1996, 1998; Tanzi, 1997).
2.1 Devletin Ekonomiye Müdahalesini Gerekli Kılan Faktörler
Devletin iktisadi fonksiyonlarına ve ekonomideki rolüne geçmeden önce, en temel düzeyde devlete neden ihtiyaç duyulduğu ve devlet müdahalesini gerektiren başlıca faktörler üzerinde durmakta yarar vardır. Devletin ekonomiye müdahalesini eleştiren ve devlet eli olmadan piyasaların daha verimli işleyeceği görüşünde olanlara göre, devletin yaptığı her şeyi özel sektör daha iyi yapabilir ve bu nedenle devlet etkisiz ve gereksizdir. Ayrıca, devlet kurumlarının faaliyetleri, kaynakları bir gruptan diğerine transfer ederek, toplumun refahını olumsuz etkilemekte ve kaynakların etkin dağılımına engel olmaktadır.
Günümüzde yaygın olan görüşe göre ise, yukarıda bahsedilen piyasa odaklı söylemlerin pek çok eksiği bulunmaktadır. Öyle ki, bazı durumlarda devletin piyasaya müdahalesi kaçınılmaz ve gerekli olmakta ve bu müdahale toplum refahını artırıcı bir rol oynayabilmektedir.
Devlet müdahalesini gerekli kılan durumlardan ilki, piyasaların mevcudiyeti açısından devletin olmazsa olmaz asgari koşulları oluşturması gereğidir. Devlet bunun için gerekli kurumları ve düzenlemeleri yaratmak durumundadır. Devletin, örneğin mülkiyet hakları ve rekabet yasaları gibi alanlarda herhangi bir müdahalesinin bulunmaması, bazı piyasa faaliyetlerinin gelişim gösterememesi (hatta bazı piyasaların hiçbir zaman mevcut olmaması) sonucunu doğurabilecektir.
Devlet müdahalesini gerekli kılan durumlardan ikincisi piyasa başarısızlığıdır. Piyasa başarısızlığı, genel anlamıyla, piyasa güçlerine bağlı olarak işleyen bir ekonomide kaynakların etkin dağılımının sağlanamadığı durumları anlatmak için kullanılmaktadır. Piyasa başarısızlığı; kamu malları, dışsallıklar, piyasa eksiklikleri (incomplete markets) ve eksik ya da asimetrik bilgi, ters seçim (adverse selection) ve ahlaki tehlike (moral hazard) problemleri gibi çeşitli şekillerde gözlemlenebilmekte ve her durum farklı tipte bir müdahaleyi gerektirmektedir (Dodson ve Paramo, 2001; Stiglitz, 1996, 1998). Aşağıda bu durumlar teker teker ele alınmaktadır.
(a) Kamu malları: Kamu malları; özel malların aksine, aynı anda bir çok tüketicinin kullanımına imkân sağlayan, her hangi biri tarafından kullanılması başkalarının kullanımını engellemeyen (nonrivalness) ve artan tüketici sayısının ekstra maliyete neden olmadığı mallardır. Kamu mallarının bir diğer özelliği ise tüketim ya da kullanımlarının engellenemez oluşudur; diğer bir deyişle kişilerin bu malların tüketiminden mahrum bırakılması söz konusu değildir (nonexcludability). Temiz hava, yol, milli savunma, ve sosyal güvenlik kamu mallarına örnek olarak verilebilir.
Kamu mallarının kullanımı söz konusu olduğunda, kişilerin tercihleri önemli olmakta ve sorun bu noktada ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki; bazı kişiler, kullanımı bir çok kişiye aynı anda açık olan, bölünmez ve pazarlanmaz nitelikteki bu mallar konusunda tercihlerini gizli tutma eğiliminde olabilmekte ve böylece bu malları, bedel ödeyerek talep edenlerin aksine, her hangi bir bedel ödemeksizin kullanabilme imkânına kavuşabilmektedirler. Bu durum ‘bedavacı’ (free-rider) problemi olarak adlandırılmaktadır. Bir örnekle açıklamak gerekirse, üretim halindeki bir fabrikanın atıklarını engellemek için yakın çevre sakinlerinden para toplandığını varsayalım. Katkıda bulunan kişilerin yanı sıra, ‘nasılsa başkaları ödeyecek’ mantığıyla katılmaktan kaçınan ve böylece temiz bir çevreye bedel ödemeksizin kavuşan kişiler de olacaktır. Bu ve buna benzer pek çok örnekten anlaşılacağı gibi, toplumun geneline hitap eden durumların ortaya çıktığı kamu mallarının kullanımında, ortak iradenin ve katılımın açığa çıkması, etkin kaynak dağılımının sağlanması, fayda ve maliyetin herkes tarafından paylaşılmasının garanti altına alınması için iyi organize olmuş bir güce ihtiyaç duyulmaktadır.
İşte bu noktada, ikinci bölümün başında bahsedilen özelliklerinden dolayı, devlet müdahalesi gerekli hale gelmektedir. Devlet, savunma ve sosyal güvenlik gibi bazı kamu mallarını doğrudan temin etmek, temiz hava ya da çevre gibi bazılarının sağlanmasında toplumun genelinin tercihlerini göz önünde bulundurarak, herkesin üzerine düşen görevi yapmasını sağlamak yoluyla ekonomiye müdahale ederek piyasa başarısızlığına engel olmaya çalışmaktadır. Ne var ki, devletin kamu mallarının üretiminde her zaman mutlak etkinliği sağlayamayabileceği, kimi durumlarda özel sektörün de katılımına ihtiyaç duyulabileceği unutulmamalıdır.
(b) Dışsallıklar: Piyasalar, bazı durumlarda, fayda ve maliyetlerin birbirine eşit olmasını sağlamada başarısız olabilmektedir. Kamu mallarından bahsederken verilen örnekteki fabrika, üretim yaparken zararlı atıklarla çevresel bozulmaya yol açmakta; ancak toplumun uğradığı bu zararı fiyatlarına yansıtmamaktadır. Başka bir deyişle, fabrikanın üretmekte olduğu malın fiyatı toplumun ödemekte olduğu gerçek maliyeti yansıtmamaktadır. Toplumdaki her hangi bir kesimin ya da işletmenin faaliyetleri, örnekte olduğu gibi, bu faaliyetlerin dışında olan bir başka kesim ya da işletmenin refahını etkiliyor; ve bu durum piyasa fiyatlarıyla yansıtılmıyorsa, bu etki dışsallık olarak adlandırılmaktadır. Verilen örnekte bir negatif dışsallık ortaya çıkmaktadır. Pozitif dışsallık durumunda ise, toplumun her hangi bir faaliyete konu olmayan bir kesiminin bu faaliyetten olumlu etkilenmesi söz konusudur. Kamu malları pozitif dışsallığın, toplumun her kesimini ilgilendiren ve etkileyen, özel bir durumudur.
Dışsallıklar ortaya çıktığında devlet müdahalesinin gerekli olduğu argümanı, piyasanın dışsallığa neden olan mal ve hizmetlerin üretimini gereğinden fazla ya da az gerçekleştirebileceği ve toplumun refahını olumsuz yönde etkileyebileceği fikrine dayanmaktadır (Dodson ve Paramo, 2001).
Devlet, çeşitli şekillerde piyasanın işleyişine müdahale ederek, ortaya çıkan dışsallıkları içselleştirebilmekte ve böylece ekonominin işleyişini düzenleyebilmektedir. Yukarıdaki örnek ele alınacak olursa, devlet; i) atıklara sebep olan fabrikayı vergilendirerek ya da gerekli arıtma sistemini kurması için sübvansiyon sağlayarak; ii) yasal düzenlemelerle fabrikayı regüle ederek; iii) atıkların belli bir miktara kadar olan kısmını ruhsata bağlayarak ve atıkları bu şekilde fabrikanın üretim maliyetine dahil ederek dışsallığı engelleyebilir ya da en aza indirebilir. Dışsallıkların ortaya çıkmasındaki en önemli sebeplerden biri, bunlar için bir piyasa oluşturulamamasıdır. Burada son maddeyle hedeflenen, kirlilik için bir piyasa oluşturmak, böylece fayda ve maliyetlerin doğru bir şekilde yansıtılmasını sağlamaktır.
Dışsallıkların çözümünde etkili olabilecek bir başka yol ise, mülkiyet haklarının etkin bir biçimde belirlenmesidir. Bu şekilde, bir dışsallık ortaya çıktığında, maliyetin kimin tarafından karşılanması gerektiği ve tahsilatı kimin yapacağı daha açık bir şekilde ortaya konulabilmektedir. Ancak, bunun olabilmesi dışsallığa konu olan tarafların azlığına ve dışsallığın kaynağının iyi tanımlanabilmesine bağlıdır.
Pozitif dışsallıkların söz konusu olduğu durumlarda ise devlet, dışsallığın yaratıldığı alanı destekleyerek, örneğin sübvansiyon sağlayarak, piyasaya müdahale edebilmekte ve bu şekilde toplumda refah artışını sağlayabilmektedir.
(c) Piyasa eksiklikleri, bilgi edinme sorunu, ters seçim ve ahlaki tehlike problemleri: Piyasalar, çeşitli mal ve hizmetler için tüketicilerin ödemeye istekli olduğu fiyatlara her zaman eşit ya da bu fiyatların altında fiyatlar belirlememekte ve bu, tüketici refahı açısından olumsuz sonuçlar ortaya çıkarabilmektedir. Diğer yandan, piyasalarda bulunan eksik ya da asimetrik bilgi sorunu da mal ve hizmetlerin gerçek değerinin yansıtılmasını engelleyebilmekte ve yetersiz arz ya da talep söz konusu olabilmektedir. Örneğin, mal ve hizmetleri piyasaya sunan üreticiler, bu mal ve hizmetlerin üretim aşaması, kullanılan kaynaklar ve dolayısıyla maliyetleri hakkında tüketicilerden daha fazla bilgiye sahiptirler. Bu nedenle tüketiciler bu mal ve hizmetleri satın alırken gerçek maliyetleri hakkında tam bir fikre sahip olamamakta, dolayısıyla kendilerine daha uygun olabilecek bir fiyat yerine, üreticilerin sahip oldukları bilgi avantajını yansıtan daha yüksek bir fiyatı ödemek durumunda kalabilmektedirler. Bu örnekte üretici ve tüketiciler arasında asimetrik bilgi sözkonusu olmaktadır.
Başka bir örnek ise finansal piyasalardan verilebilir. Finansal piyasalardan, örneğin bir bankadan, her hangi bir yatırım projesini gerçekleştirmek için kredi talep eden bir yatırımcının, uygulamaya koyacağı projenin potansiyel getirisi ve riskleri konusunda krediyi veren bankadan daha fazla bilgiye sahip olması beklenebilir. Bu durumda da krediyi veren ve alan taraflar arasında asimetrik bilgi olmakta, fonların geri dönüşünün krediyi veren tarafından değerlendirilmesi zorlaşmakta ve buna bağlı olarak risk artmaktadır. Verilen her iki örnekte de doğru kararların alınması daha zor hale gelmektedir.
Asimetrik bilgiye bağlı olarak iki problem ortaya çıkmaktadır; Ters seçim (adverse selection) ve ahlaki tehlike (moral hazard). Ters seçim, her hangi bir işlemin taraflarından birinin karşı taraf açısından olumsuz sonuçlar meydana getirebilecek faaliyetlerde bulunma potansiyeline sahip olması; diğer bir deyişle, işlemin sonunda kaşı tarafa zarar verme olasılığının bulunması nedeniyle ortaya çıkabilecek bir problemdir. Bu problem, işlem gerçekleşmeden anlaşıldığı takdirde sorun ortadan kalkmaktadır. Ancak, asimetrik bilginin varlığı bunu engellemektedir.
Ahlaki tehlike problemi ise, işlem gerçekleştikten sonra ortaya çıkmakta, taraflardan biri bir diğeri açısından olumsuz sonuçlar meydana getirebilecek faaliyetlerde bulunmaktadır. Örneğin, bankadan kredi almayı başaran yatırımcı, krediyi yatırıma yönelik faaliyetlerden başka alanlarda kullanarak, geri ödeme zamanı geldiğinde bankayı mağdur durumda bırakabilmektedir.
Bilgi eksikliğine bağlı bu tip sorunların çözümünde devlet, uygulamaya koyacağı regülasyonlar ve yasal bir takım prosedürlerle üretici ve tüketicilerin ya da her hangi bir işleme taraf olan kimselerin eşit bilgiye sahip olmalarını sağlayabilir ve böylece doğru kararların alınmasını, piyasanın etkin işleyişini garanti altına alabilir.
Piyasa başarısızlığının yanı sıra, devlet müdahalesini gerekli kılan diğer bir durum eşitlik kavramıyla ilgili olarak ortaya çıkmaktadır. Piyasaların etkin bir şekilde işlemesi, toplumda gelir dağılımının eşit şekilde gerçekleşmesini garanti edememektedir. Dodson ve Paramo (2001) çalışmalarında, özellikle gelir düzeyinin düşük olduğu ülkelerde devletin müdahalesini gerekli kılan üç durumdan bahsetmektedir; i) yapılan teorik çalışmaların ışığında ve ülke deneyimleri incelendiğinde, eşitsizliğin giderilmesi, düşük gelirli kesime daha fazla imkân sağlamak için atılması gereken en önemli adımlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır; ii) yine ampirik çalışmaların sonuçlarına bakıldığında, eşitliğin sağlanmasının daha hızlı iktisadi büyüme ve kalkınmayı beraberinde getirdiği, böylece fakirliğin azaltılmasında önemli role sahip olduğu görülmektedir; iii) eşitsizlik, kamu güvenliğine zarar vermekte, suçları ve negatif dışsallıkları artırmakta ve bu şekilde hem kalkınmayı hem de toplumsal refahı olumsuz etkilemektedir.
Devletin eşitsizlik konusuna müdahalesi, bu olumsuzlukları ortadan kaldırmayı hedeflemeli, ve aynı zamanda da toplumun her kesiminin sağlık, eğitim gibi sosyal olanaklardan eşit yararlanmasını ve hayat standartının yükselmesini sağlamalıdır. Ancak bu şekilde büyüme ve kalkınmanın önündeki engellerin önemli bir kısmı ortadan kaldırılabilmektedir (Perez, 1997).
Bu bölümde ele alınan unsurlar, kimi durumlarda, iyi organize olmuş, gücünü doğru kullanabilen, doğru ve etkin karar mekanizmalarıyla işlevini yerine getiren bir devletin varlığının ve ekonomiye müdahalesinin toplumsal refah ve kaynak dağılımı gibi hayati konularda etkili sonuçlar doğurabileceğini göstermektedir. Ancak, daha önce de belirtildiği gibi, devlet müdahalesinin tartışmasız en iyi sonuçları yaratacağı beklentisine kapılmak doğru değildir. Günümüzde, bazı alanlarda daha verimli sonuçlar için, devletin özel sektörle işbirliği içinde olması gerektiği savunulmakta, özel sektörün de içinde olduğu oyunun kurallarının, toplumun refahı göz önünde bulundurularak, devlet tarafından belirlenmesi gerektiğinin altı çizilmektedir (Stiglitz, 1996, 1998).
Dünya Bankası Kalkınma Raporu’nda bu konuya şöyle değinilmektedir: “Etkili (effective) bir devlet; piyasaların gelişiminde, toplumun daha sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürdürebilmesi için gerekli mal ve hizmetlerin üretiminde, kanun ve kurumların oluşturulmasında hayati öneme sahiptir. O olmadan, sosyal ve ekonomik kalkınmanın sürdürülebilir olması mümkün değildir. Deneyimler göstermektedir ki, devlet iktisadi büyümeyi doğrudan sağlayarak değil ama büyümenin partneri, katalizörü ve yol göstericisi ya da kolaylaştırıcısı olarak ekonomik ve sosyal kalkınmanın merkezinde yer almaktadır.” (Dünya Bankası, 1997: 1)
2.2 Devletin Ekonomideki Rolü ve Fonksiyonları
İkinci bölümün başında belirtildiği gibi, iktisadi kalkınma için uygun olan devlet büyüklüğünün ve devletin üstleneceği ekonomik rolün belirlenmesi her ülkenin farklı koşullarına göre değişiklik göstermektedir. Tanzi (1997: 7), çalışmasında bu koşulların bazılarını; i) kültürel miras ya da inanışlar tarafından biçimlenen sosyal davranışlar; ii) piyasaların ve özel sektörün gelişmişlik durumuna bağlı olarak devlet müdahalesinin ne ölçüde gerekli olduğunu belirleyen iktisadi kalkınma düzeyi; iii) ekonominin ne ölçüde dışa açık ya da kapalı olduğu; iv) teknolojik gelişmeler; ve v) etkili bir devlet müdahalesinin ne ölçüde mümkün olabileceğini belirlemede önemli bir faktör olan, kamu yönetiminin nitelik ve kalitesi, şeklinde sıralamaktadır. Dodson ve Paramo (2001: 7) ise, gelişmekte olan ülkelerde devlet müdahalesini gerekli kılan durumlara gelişmiş ülkelere kıyasla daha sık rastlandığını belirtmekte ve bunu şu etkenlere bağlamaktadır: i) Adaletsiz gelir dağılımı ve nüfusun büyük bölümünü kapsayan yoksulluk problemi; ii) gelişmekte olan ülkelerin dış şoklara karşı savunmasız ve olumsuz etkilere gelişmiş ülkelerden daha açık olmaları; iii) çok sayıda ve yaygın şekilde görülen, önceden tahmin edilemeyen piyasa başarısızlıklarının ortaya çıkma olasılığının yüksekliği; iv) özel sektör girişimini teşvik edecek bir ortamın bulunmayışı; v) düşük kapasite, katılıklar ve kredibilite sorunları nedeniyle kurumsal başarısızlıklara rastlanma olasılığının yüksek olması.
Tanzi (1997) devletin pozitif ve normatif olmak üzere iki rolü üzerinde durmaktadır. Devletin normatif rolü, kamu sektörünün ekonomiye refah artırma amaçlı müdahale etmesi için gerekli olan politikaları, prensipleri ve normları belirlemektedir. Diğer bir deyişle bu rol, devletin, piyasa başarısızlığını gidermek, piyasayı tamamlayıcı rol oynamak, ve toplumsal refahı maksimumlaştırmak için yapması gerekenleri tanımlamaktadır. Devletin pozitif rolü ise, devletin neler yapması gerektiğini değil, gerçekte ne yaptığını tanımlamakta ve analiz etmektedir.
İdeal bir dünyada bu iki rolün birbirine yaklaşması beklenirken, gerçek yaşantıda bunun böyle gerçekleşmediği, pozitif ve normatif rollerin birbirinden uzaklaşma eğiliminde olduğu gözlemlenmektedir. Bunun sebepleri arasında; yöneten ve yönetilenlerin çıkar ve ilgi alanlarındaki farklılıklar, politika yapıcılarının hataları, politika araçlarının yetersiz ya da hatalı kullanımı, ve geçmişte verilen kararların etkileri gibi faktörler bulunmaktadır. Devletin pozitif rolünü normatif rolüne yaklaştırmak, diğer bir deyişle daha etkin işleyişini sağlamak amacıyla alınabilecek önlemlere dördüncü kısımda değinilecektir.
Devletin temel iktisadi fonksiyonlarının dört ana başlıkta ele alınması mümkündür: kamu harcamalarının çeşitli alanlara tahsisi, ekonomik istikrarın sağlanması, milli gelirin yeniden dağıtımı ve son olarak, büyüme ve istihdamın artırılması (Tanzi, 2000: 4-7).
(a) Kamu harcamalarının tahsisi: Devletin; milli savunma, alt yapı hizmetleri, eğitim, sağlık, mal ve hizmet alım satımı gibi alanlarda gerçekleştirdiği faaliyetler bu fonksiyonunun sonucudur. Kamu mallarının ve dışsallıkların ele alındığı bölümde, devletin ekonomiye müdahalesinin gerekliliğinden bahsedilmişti. Bu konulara ilişkin olarak gerçekleşen devlet müdahalesi, devletin harcamalarının tahsis edilmesi ve dolayısıyla da ekonomideki kaynak dağılımının gerçekleştirilmesiyle ilgilidir. Şöyle ki, devlet, kamu mallarının temin edilmesinde, toplumun tercihlerini göz önünde tutarak hangi alana ne kadar kaynak aktarılacağına karar vermektedir. Dışsallıkların içselleştirilmesinde ise negatif ve pozitif dışsallık durumlarına bağlı olarak aldığı önlemlerle dışsallığı meydana getiren faaliyetlere etki etmekte; dolayısıyla her iki şekilde de kaynak dağılımını belirlemektedir.
Kaynakları bir alandan diğerine aktarırken, devletin göz önünde bulundurması gereken önemli noktalardan biri kaynakların etkin kullanımıdır. Bu amaç için, dışsallıklar konusunda değinildiği üzere, yasa ve düzenlemelere başvurulabileceği gibi vergilendirme politikasından da yararlanılabilmektedir. Bu ise, ancak devletin etkili bir vergi sistemine sahip olmasıyla mümkün olabilmektedir. Bunun yanında, devlet tarafından uygulanan regülasyonların etkinliği, bütçenin hedeflere yönelik hazırlanmış olması, maliyet analizlerinin iyi yapılması da devletin bu fonksiyonunu yerine getirebilmesi açısından önem taşımaktadır.
(b) Ekonomik istikrarın sağlanması: Bilindiği gibi, hiçbir ekonomi durağan bir seyir izlememekte ve konjonktürel dalgalanmalar her ekonomide sıkça görülebilmektedir. Söz konusu bu dalgalanmalar kimi dönemlerde şiddetli durgunluklar ve hatta iktisadi buhranlar şeklinde ortaya çıkabilmekte ve ciddi üretim kayıplarıyla işsizlik artışlarına yol açabilmektedir. Bu gibi olumsuz etkiler, 20. yüzyılın ikinci yarısında devletin ekonomiye müdahalesi için diğer bir gerekçe oluşturmuştur: Üretimde istikrarın sağlanması ve tam veya en azından yüksek bir istihdam düzeyinin tutturulması. Bu Keynezyen hedeflere ulaşılmasında, devletin ve kurumlarının, uygun makroekonomik politikaları oluşturması beklenmektedir. Politika yapıcıları bu amaca yönelik olarak vergi ve harcama politikalarıyla toplam talebi istenilen yönde etkilemeye çalışmakta, bu sayede dalgalanmaları en aza indirerek ekonominin istikrarlı bir şekilde işleyişini güvence altına almak istemektedirler.
İktisadi dalgalanmaların sebepleri çeşitli olmakla birlikte, devlet tarafından uygulanan makroekonomik politikaların kendisi de istikrarsızlıklara yol açabilmektedir. Örneğin, vergi oranlarında gerçekleştirilen aşırı bir artış, ya da devlet harcamalarının gereğinden çok kısılması milli geliri olumsuz yönde etkileyebilmekte veya harcamaların ölçüsüzce artması sonucunda bütçe açıkları büyüyerek enflasyonist eğilimler güçlenebilmektedir. Dolayısıyla devlet politikaları uygulanırken, bu politikaların olası etkilerinin iyi analiz edilmesi gerekli olmaktadır
(c) Milli gelirin yeniden dağıtımı: Toplumda eşitsizliğin giderilmesi konusunda devlet müdahalesi, milli gelirin yeniden dağıtımı fonksiyonuyla ilişkilidir. Piyasada gerçekleşen mal ve hizmetlerin üretim sürecine katılıma, tasarruflara, yetenek ve çalışma isteğine, ve devlet politikalarına bağlı olarak gerçekleşen gelir dağılımı, toplumun eşitlik anlayışıyla her zaman bağdaşmamaktadır. Bunun yanı sıra toplumda, çeşitli nedenlerle, yaşamlarını asgari bir düzeyde sürdürebilmek için gerekli imkânlara sahip olmayan kişiler de bulunmaktadır. Dolayısıyla, gerek eşitsizlik gerekse yoksulluk, devletin milli gelirin yeniden dağıtımı fonksiyonunu üstlenmesini gerektirmektedir.
Gelirin yeniden dağıtımı, vergiler ya da transfer ödemeleri yoluyla gerçekleşebildiği gibi, eşitsizliğin ortadan kaldırılmasına yönelik toplumsal programlar yoluyla da sağlanabilmektedir. Ancak, tahmin edilebileceği gibi, bu programların maliyeti oldukça yüksek olmakta ve kamu harcamalarında büyük bir yer tutmaktadır.
Devletin bu fonksiyonuyla ilgili olarak değinilmesi gereken önemli bir nokta da, fonksiyonun öznel değer yargılarından uzak tutulmasının zorluğudur. Diğer bir deyişle, bu fonksiyon, devletin yönetimindeki kişi ve kurumların siyasi görüş ve çıkarlarından etkilenmeye açıktır. Dolayısıyla, farklı yönetimler döneminde, gelir dağılımının farklı grupların lehine yeniden düzenlendiği gözlemlenebilmektedir.
(d) Büyüme ve istihdamın artırılması: Özellikle son birkaç on yılda, pek çok ülkede devlet ekonomik kalkınmada daha aktif bir rol üstlenmiş ve ekonomik istikrarı sağlama fonksiyonunun yanı sıra büyümeyi ve istihdamı artırıcı politikalar da oluşturmuştur. Büyümeyi artırmaya yönelik politikalar arasında ithal ikameci politikalarla endüstriyel politikaların sayılması mümkündür. İstihdamı artırmaya yönelik girişimlere örnek olarak ise haftalık çalışma saatlerinde yapılan ayarlamalar ile, belirili alanlara veya bölgelere yapılan kamu yatırımlarını ve götürülen alt yapı hizmetlerini göstermek mümkündür. Dolayısıyla, daha önce de belirtildiği gibi, devlet bu gibi çabalarla büyümenin doğrudan sağlayıcısı olarak değil, daha ziyade büyüme sürecinde bir partner, katalizör ve yol gösterici olarak rol oynamaktadır.
Adelman (1999: 17-22) çalışmasında, 19. yüzyıl Kıta Avrupası ve İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişmekte olan ülkelerin kalkınma deneyimleri incelendiğinde ortaya çıkan ve iktisadi kalkınmada devletin rolüyle ilgili sonuçlar içeren bazı ortak noktalara değinmektedir. Bu noktaları şu şekilde özetlemek mümkündür;
1. Ülkelerin iktisadi büyümeye kurumsal olarak hazır olması, kalkınma açısından büaçısından büyük önem taşımaktadır. Bu sayede büyümenin motoru olan teknolojik gelişme ve ihracat artışı için gerekli koşullar yaratılmış olacaktır. Dolayısıyla devlet, kurumsal gelişmenin sağlanmasında öncü rolü üstlenmelidir.
2. Alt yapı ve insan sermayesi alanında gerçekleştirilen gerek özel sektör, gerekse devlet yatırımlarının kalkınmada rolü büyüktür. İstatistiksel analizler, insan kaynakları gelişiminin, hem tarım hem de sanayi sektöründe teknolojik dinamizmin yakalanmasında kritik bir role sahip olduğunu göstermektedir. Örneğin Doğu Asya mucizesinin başta gelen ülkeleri olan Tayvan ve Kore üzerine yapılan bir çalışmada, iktisadi büyümenin neredeyse tümüyle yüksek oranda fiziki ve beşeri sermaye birikimi sayesinde gerçekleştiği gösterilmiştir.
3. Devlet tarafından uygulamaya konulan ticaret politikaları ve uluslararası ticaret ve ödeme rejimleri kalkınma açısından önem taşımaktadır. Ancak bu, serbest ticaret politikalarının sanayileşme için her zaman gerekli ya da optimal olduğu anlamına gelmemektedir. Örneğin, Doğu Asya ülkelerinin başarılı kalkınmasında, serbest ticaret değil ihracata dayalı strateji etkili olmuştur. Ne var ki, bu stratejinin kapsamlı bir büyüme sürecini tetiklemesi daha ziyade tarımsal verimliliği yüksek, devletin teknolojik gelişmeyi teşvik edecek kurumsallaşmayı sağlayabildiği ve eğitim ve ulaştırma alanlarında gerekli yatırımları yapabildiği ülkelerde söz konusu olmuştur. Sanayi devriminin önde gelen ülkeleri dışındaki pek çok Avrupa ülkesinde serbest ticaret politikaları benimsenmemiş, sanayileşme adımı tarife ve miktar kontrolleriyle atılmıştır. Kore ve Tayvan’da da, benzer şekilde, ithal ikameci ve ihracata dayalı ticaret politikaları aynı anda yürütülmüştür. Ancak bu ülkeler Latin Amerika ülkelerinin aksine döviz kuru politikaları ve tarifelerden ziyade miktar kontrollerini benimsemişlerdir. Böylece aynı anda hem ihracatı teşvik edebilmiş hem de istedikleri endüstrilerde ithal ikamesi politikaları izleyebilmişlerdir.
Uluslararası ticaret ve ödeme rejimleri açısından ise; gerek altın standartı gerekse Bretton Woods sabit döviz kuru sistemi dönemi olsun, istikrarlı döviz kuru dönemlerinde dünyada yüksek büyüme söz konusu olmuştur. Öte yandan serbestçe dalgalanan (ya da buna yakın) döviz kuru rejimlerinin hakim olduğu dönemlerde ise ortalama olarak yavaş bir büyüme söz konusu olmuştur (örneğin 1914-1950 döneminin büyük kısmında ve 1973’den günümüze kadar gelen dönemde). Benzer olarak, serbest uluslararası ticaret rejimlerinde yüksek büyüme hılzları söz konusu olurken korumacı rejimler daha yavaş büyüme hızlarına tanık olmuşlardır (Adelman, 1999: 19).
4. Devlet, teknolojik dinamizmi sağlama, endüstriyel politikalar uygulama ve sanayi ve tarım sektörlerinde verimliliği artırma konularında kritik bir rol oynamıştır. Devletler teknoloji transferleri yapmışlar, farklı endüstrileri finanse etmişler ve gelişimlerine yardımcı olmuşlardır. Teknolojik dinamizm Sanayi Devriminin özünü oluşturmuştur ve 19. yüzyılda gözlemlenen büyüme hızlarındaki farklılıkların açıklanmasında da en önemli faktörlerden biri olarak gösterilmektedir. Öte yandan, özellikle gelişmekte olan ülkelerde ve özellikle 1960’lı yıllarda devlet tarafınca tarımsal verimlili ğin artırılması önemli olmuştur. Bu ülkeler, büyüme ve kalkınmanın temel motoru olarak sanayileşmeyi gördüklerinde ise devlet, teknolojik değişimin önündeki sosyal ve alt yapıyla ilgili engelleri kaldırmada ve sanayide kullanılan teknolojileri yenilemede kritik bir rol oynamıştır.
5. İlk dört nokta dikkate alındığında, devletin kurumlar, ticaret, sanayi politikası, tarım, yatırımlar ve makroekonomiyi ilgilendiren tüm iktisadi politikaları önem taşımaktadır. Bu bağlamda, uzun dönemli ekonomik büyüme açısından, önemli ölçüde özerkliğe, kapasiteye, inandırıcılığa ve güvenilirliğe sahip bir devlet son derece önemli olmaktadır. Ancak kötü iktisadi politikalar uygulayan güçlü bir devletin varlığı iktisadi bir yıkıma da yol açabilmektedir ve bunun yerine pasif bir devlete sahip olmak kuşkusuz ki tercih edilir bir durum olacaktır. Diğer taraftan iktisat politikasının hedefleri de önemlidir. Örneğin, 1950-73 döneminde OECD ülkeleri ekonomik büyümeye odaklanmış ve sonuca ulaşmışlar; 1973’ten sonra ise büyüme ve istihdamdan fedakarlık yaparak ekonomik istikrarı hedeflemiş ve elde etmişlerdir.
6. Uzun dönemli sürdürülebilir büyüme ve kalkınma için, kurumsal ve politik esneklik gereklidir. Diğer bir deyişle, kalkınmanın farklı evrelerinde değişen koşullara uyum sağlayabilen kurumlar ve devlet politikaları sürdürülebilir bir büyüme ve kalkınmanın sağlanmasında önemli bir role sahiptir. Özellikle, ekonomik büyümeyi başlatan kurum ve politikalar, büyümenin daha sonradan devam ettirilmesinde genellikle uygun olmamaktadır.
Devletin tüm bu işlevlerini yerine getirmesinde sağlam bir yasal sistemin, etkin devlet kurumlarının önemli rolü bulunmaktadır. Bu sistem ve kurumların, dolayısıyla devletin faaliyetlerinin daha verimli hale getirilmesi için yapılabileceklere dördüncü bölümde yer verilecektir.
3. Devletin Ekonomideki Rolü Konusundaki Düşüncelere Tarihsel Bakış
Adam Smith’in Ulusların Zenginliği adlı eserinin basıldığı 18. yüzyılın sonlarından başlayarak bir yüzyıl boyunca egemenliğini sürdüren Klasik Okul, iktisadi liberalizmin temsilcisi olarak, devletin ekonomide minimal bir role sahip olması gerektiğini savunmuştur. Bu rol, hukuk sistemi ve toplumsal düzenin sağlanması, ülke savunması, mülkiyet haklarının ve sözleşmelerin garanti altına alınması, bireylerin sosyal ve ekonomik özgürlüklerinin korunması gibi temel fonksiyonlardan oluşmaktadır. Klasik iktisatçılara göre, devletin piyasaların işleyişine müdahalesi ekonomik faaliyetleri ve büyümeyi olumsuz yönde etkilemektedir.
Klasik Okulun doğduğu 18. yüzyılın sonları, başta İngiltere olmak üzere bazı Batı ülkelerinin iktisadi ve politik değişimlerine sahne olmuştur. Sanayi Devrimi çağını yaşayan İngiltere’nin sahip olduğu şartlara bakıldığında (sanayileşmeyi gerçekleştiren ilk ve rakipsiz ülke olması, sermaye stoğunun büyüklüğü, sömürgecilikte elde ettiği güç, vb. gibi), “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” felsefesinin 19. yüzyılda İngiltere kadar hiçbir ülkede uygulama bulamadığı görülmektedir (Kazgan, 2002: 69-71).
İktisadi liberalizmi, 19. yüzyılın sonlarından itibaren Neoklasik iktisatçılar devralmış ve takip eden yaklaşık yarım yüzyıllık döneme, hemen hemen tümü İngiliz düşünürlerden oluşan, Neoklasik Okul damgasını vurmuştur. Neoklasiklerin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” felsefesine bağlılığı Klasik okulun ideolojik devamıdır ve Neoklasik düşünürler varolan düzenin sürdürülmesini savunmuşlardır (Kazgan, 2002: 114-120).
20. yüzyıl, devletin iktisadi rolünün kademeli ancak geniş çapta artış gösterdiği bir yüzyıl olarak nitelendirilmektedir. Sanayileşmesini yeni tamamlamakta olan ülkelerde, devlet harcamalarının milli hasıladaki payı 1913’deki yüzde 12 düzeyinden 1995’de yüzde 45 düzeyine kadar yükselmiştir.
Marksist ve sosyalist düşünce, devletin gelirin yeniden dağıtımında önemli bir rol üstlenmesi konusunda güçlü bir baskı unsuru olmuştur. Böyle bir rol, devletin kaynak tahsisi fonksiyonuna odaklanan Klasik düşünce sistemine çok uzaktı. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki komünizm ve aydınların merkezi planlama lehindeki görüşleri, dünyanın diğer pek çok ülkesini karma ekonomiye doğru çekmiştir. Karma ekonomi ise kuşkusuz devletin ekonomide çok daha önemli bir role sahip olması anlamına gelmiştir. Milli gelirin yeniden dağıtılmasını temel hedef olarak alan devletler, bu amaçla zenginin gelir düzeyini düşüren, fakirinkiniyse artıran politikaları benimsemişlerdir. Artan oranlı gelir vergileri, temel ihtiyaç malları için sağlanan sübvansiyonlar ve sosyal refah programları yaygın devlet politikaları olmuştur. Gelir dağılımı üzerindeki uzun dönemli olumlu etkileri nedeniyle eğitim ve sağlık alanlarındaki kamu harcamalarında da artışlar gözlenmiştir.
1929 Büyük Dünya Bunalımından sonra hakim olan Keynezyen düşünce sistemi de, ekonomik durgunluk ve buhran dönemlerinde bireylerin harcanabilir gelir düzeylerinin korunması ve ekonominin stabilize edilmesi gerektiği yönündeki ilkeleri ile devletlerin ekonomiye yoğun bir şekilde müdahalesi konusunda diğer bir baskı unsuru ya da gerekçe olmuştur. Kamu sektörünün ekonomideki payı artmış; pek çok ülkede kamu istihdam programları, işsizlik ve fakirlik yardımları, geliri yeniden dağıtıcı özelliğe sahip vergiler ve emeklilik planları yürürlüğe sokulmuştur. İstihdamı artırmada kamu teşebbüsleri yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Keynezyen düşünce sistemi içinde, devletin ekonomideki ağırlığının artmasıyla ülkelerin ekonomik dalgalanmalara karşı daha güçlü olacağı savunulmuştur.
Sosyalist ve Keynezyen düşünce sistemlerinin etkilerinin yanı sıra, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, başta Samuelson ve Musgrave olmak üzere çeşitli iktisatçılarca ortaya atılan kamu malları ve dışsallıklar gibi kavramlar da devlet müdahalesi için birer gerekçe oluşturmuştur (Tanzi, 1997). Bu konuya önceki bölümde ayrıntılı bir şekilde değinmiştik. Bilindiği gibi devlet tarafından tedarik edilmedikleri takdirde, kamu malı niteliğindeki malların arzı yetersiz kalabilmektedir. Bazı malların ise üretim veya tüketimi pozitif ya da negatif dışsallıklar yaratabilmektedir. Devletin, negatif dışsallığa konu olan malların tüketim veya üretimlerine ilişkin özel maliyetleri artırması; pozitif dışsallığa konu olan malların ise maliyetini düşürmesi beklenmektedir. Kamu malı ve dışsallık kavramları, araştırma ve geliştirme, sağlık, eğitim, ulaştırma, milli savunma ve benzeri alanlarda kamu kesiminin ekonomideki rolünün artırılması konusunda siyasiler tarafından oldukça sık bir şekilde gerekçe olarak kullanılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte, devlet asıl girişimci rolünü üstlenmiştir. Bu dönemde ekonomik kalkınma, üretim faktörlerinin düşük verimliliğe sahip geleneksel tarım sektöründen yüksek verimlilikle çalışan modern sanayi sektörüne aktarılmasına bağlı olarak ortaya çıkan büyüme süreci olarak görülmektedir. Bu süreçte devletin, yapısal ve koordinasyona bağlı başarısızlıkların engellenmesi için aktif bir rol üstlenmesi gerektiği savunulmuş; ve devlete, yatırımları destekleyici ve yatırım faaliyetlerini koordine edici, yatırımlara elverişli ortam sağlayıcı, özel girişimci kıtlığında bizzat girişimci olarak büyümeye katkı sağlayıcı işlevler yüklenmiştir.
1950’li ve 60’lı yıllarda, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, devletin hangi malların üretiminin daha gerekli olduğu konusunda en iyi kararı verebilecek güç olduğu kanısı yaygınlaşmış ve böylece devlet giderek piyasa güçlerinin yerini almıştır. Diğer bir deyişle politika yapıcılarının tercihleri tüketici tercihlerinin yerini almıştır. Bunun altındaki varsayım ise devletin, ekonominin nasıl işlediği ve tüketicilerin en çok neleri istediği konularında özel sektörden daha fazla şey bilebileceği olmuştur. Bu dönemde, gerek vergiler gerekse kredi ve döviz tedariki açısından devletin zorunluluk ya da ihtiyaç malı olarak gördüğü mallar lehine, lüks malların ise aleyhine olmak üzere çeşitli yasal düzenlemeler yapılmıştır. Özellikle sanayileşme açısından önemli görülen kimi endüstriler ise “geçici” olarak yoğun bir şekilde korunmuştur (Tanzi, 1997).
Bu yıllar dünyada büyüme rakamlarının hızla tırmandığı, aynı zamanda da devletin rolünün giderek arttığı yıllar olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak, devletin işleyişi konusundaki fazla iyimser varsayımlar da bu döneme damgasını vurmuş ve ilerleyen dönemlerde ortaya çıkan problemlerin öngörülememesine neden olmuştur. Açıkça dile getirilmese de bu varsayımlar; i) kamu sektörünün tamamen toplumsal refahı göz önünde bulundurduğu ve dolayısıyla politika yapıcılarının rant kollama arayışında ya da yolsuzluklar peşinde olamayacağı; ii) kamu sektörü karar mekanizmalarının rasyonel ve şeffaf bir yapıya sahip olduğu ve politikaların kendi aralarında tutarsızlık taşımadığı; iii) politika yapıcılarının politika enstrümanları üzerinde tam bir hakimiyete sahip olduğu; iv) alınan kararların ve uygulanan politikaların istenildiğinde durdurulabilir ya da geri çevrilebilir olduğu şeklindedir. Ancak, izleyen yıllarda yaşanan deneyimler, bu varsayımlara gölge düşürmüş, devletin bütün problemlere kesin çözümler üretebileceği düşüncesinin doğru olmadığı anlaşılmıştır (Tanzi, 1997).
Devletin bu yıllarda üstlendiği role yönelik ilk eleştiriler 1970’li yılların başlarında gelmeye başlamıştır. Yüksek büyüme ve sanayileşme trendine rağmen işsizlik rakamlarının ve enflasyonun tırmandığı 70’li yıllar, gelir dağılımında da artan bir eşitsizliğe sahne olmuş, toplumsal problemler giderek tırmanmıştır. Ortaya çıkan bu sahnenin nedenleri arasında, devletin de desteğiyle sermaye yoğun üretime geçilmesi, işgücünün daha pahalı hale gelmesi ve daha az istihdam edilmesi, sanayi bölgelerine olan göçlerin artmasıyla işsizliğin tırmanması, artan devlet harcamalarının doğru yollardan finanse edilememesi ve karşılıksız para basılması gibi enflasyonist yollara başvurulması, vb. etkenler gösterilmektedir.
1980’li yıllardan başlayarak 90’ların başına kadar devam eden on yıllık dönemde, büyümenin kendini besleyen ve sürdürülebilir bir hale getirilmesi için, devletin en önemli görevinin uluslararası ticaret önündeki engelleri kaldırması olduğu savunulmuştur. Bu görüşü savunan Neoklasik ticaret teorisyenleri, devlet faktör ve mal piyasalarındaki fiyat çarpıklıklarını ortadan kaldırdığı, sermaye birikimini artıracak önlemleri aldığı, uygun teknolojilerin benimsenmesini teşvik ettiği ve liberalleşme yönünde adımlar attığı takdirde, ihracata dayalı büyüme stratejisinin kendini besleyen ve sürdürülebilir bir büyüme için yeterli olacağını vurgulamışlardır. Aynı dönemde, devletin az gelişmişliğin önünde bir çözüm değil, sorun oluşturduğu da dile getirilmiş; devletin ekonomiye müdahalesinin piyasaların işleyişine zarar verdiği, uygulamaya konulan regülasyonların, kota ve tarifelerin, sübvansiyon ve vergilerin rant elde etmek için fırsat yarattığı, ve devlet kurumlarının yolsuzluk içinde işlediği savunulmuştur. Bu durumda, yapılacak en iyi şeyin devletin rolünü minimuma indirmek olduğunun altı çizilmiştir.
1989 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin çökmesinin ardından 1990’lı yılların başlarında ABD’nin öncülüğünde ortaya atılan ve küresel bir model girişimi niteliğini taşıyan Washington Konsensüsü, bu anlayışın bir yansıması olarak karşımıza çıkmıştır. Piyasa egemenliğinden yola çıkan Washington Konsensüsü, rasyonel tercihlerin ve kişisel çıkarların önemini vurgulayan ve bunlara da rekabet ve serbest ticaretle; devlet müdahalesi olmadan ulaşılabileceğini savunan neoliberalizme dayanmaktadır (Haque, 2002).
1980’li yıllarda, minimal devlet görüşünün ağırlık kazandığı dönemde, dünya ekonomisinde genel bir kötüye gidiş gözlemlenmektedir. Japonya, Avrupa ve ABD’deki durgunluğun yanı sıra, gelişmiş ülkelerde büyümeyi artırıcı politikalardan enflasyonla mücadele stratejilerine geçiş yaşanmakta, dünya ticaret hacmi daralmakta, gelişmiş ülkelerde ticaretin önündeki engeller artırılmakta, faizler tırmanmakta ve ülkelerin para birimleri dolar karşısında değer kaybetmekte, ve gelişmekte olan ülkelerde borç krizleri yaşanmaktadır. Bütün bunlar gelişmekte olan ülke ekonomileri açısından 1980’li yıllar boyunca çeşitli olumsuzlukları beraberinde getirmiştir: Ortalama olarak ekonomik büyüme yavaşlamış; ödemeler dengesi sorunları ciddi boyutlara gelmiş; öncelikler, iktisadi kalkınmadan kısıtlayıcı makroekonomik politikaların uygulanmasını gerektiren dış dengenin sağlanmasına kaymış; ve yüksek enflasyon, sermaye kaçışları, hayat standartlarında düşme, gelir dağılımda artan adaletsizlik, vb. olumsuzluklar yaşanmıştır. Ortalama bir gelişmekte olan ülke, yıllık gayrisafi yurt içi hasıla artışının tamamını borç servisine ayırmasına rağmen borçlar artmaya devam etmiştir.
Meksika, Türkiye ve Brezilya’da meydana gelen borç krizlerinin bir sonucu olarak, gelişmiş ülkelerin ticari bankaları gelişmekte olan ülkelerin hiçbirine kredi sağlamaz olmuş ve bu nedenle gelişmekte olan ülkeler IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlara bağımlı hale gelmiştir. Washington temelli bu kurumlar ise kredi koşulları ile minimal devlet felsefesini bu ülkelere benimsetmeye çalışmıştır. Washington Konsensüsü’nün temelini oluşturan piyasaya yöneliş, liberalleşme ve kemer sıkma politikaları bu dönemin kalkınma politikaları olarak karşımıza çıkmaktadır (Adelman, 1999: 5-6). Söz konusu dönemde pek çok ülkede kamu teşebbüsleri özelleştirilmiş, uluslararası ticaret üzerindeki kısıtlamalar kaldırılmış, kredi tahsisindeki sınırlamalar ve faiz kontrolleri yumuşatılmış ve fiyat kontrolleri giderek daha az uygulanır olmuştur.
Diğer yandan, gelişmekte olan ülkelerin çoğunda gerçekleşen düşük büyüme rakamlarının aksine, devletin hala aktif bir rol üstlendiği Doğu Asya ülkeleri ve bazı Güney Asya ülkelerinde, 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca (1997 krizine kadar) oldukça yüksek büyüme rakamları kaydedilmiştir. Asya ülkeleri, ithal ikameci rejimden ihracata dayalı büyüme stratejilerine geçişi gerçekleştirmiş, para birimlerini devalüe etmiş, piyasaları iyileştirmeye yönelik kurumsal ve siyasal reformlar gerçekleştirmiş ve alt yapı hizmetleri ile insan sermayesine önemli yatırımlar yapmaya devam etmişlerdir. 1990’lı yıllarda, OECD ülkelerinde de neoliberal felsefeden bir nebze de olsa uzaklaşılmış ve daha aktif bir devlet görüşü kendini hissettirmiştir.
Yukarıda bahsedilen gelişmeler, devletin iktisadi rolünün yeniden gözden geçirilmeye başlanmasına neden olmuştur. Son yıllarda ağırlık kazanan ve Revizyonist görüş olarak adlandırılan görüş, globalleşme olgusunun yaşandığı bir dünyada ve hızla değişen iç ve dış koşulların varlığı altında piyasa-devlet etkileşiminin dinamik olarak değişken bir yapıda olması gerektiği şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu yapı içinde kalkınmayı yönlendirmek amacıyla devletin, yatırım ve bunun finansmanı, insan kaynakları oluşumu, teknoloji alımı, kurumların yapılandırılması, reformların gerçekleştirilmesi gibi konularda önemli roller üstlenmesi gerektiği savunulmuştur (Adelman, 1999: 6-7). Kısaca devletin, piyasaların gelişimine katkıda bulunmak ve işleyişini daha iyi hale getirmek; toplumun refahı için gerekli temel işlevleri yerine getirmek; ve büyümenin doğrudan sağlayıcısı olmasa da partneri, katalizörü ve yol göstericisi olmak suretiyle ekonomide önemli bir role sahip olduğu görüşü günümüzde yaygınlaşmıştır.
Öte yandan, 1997’de Tayland’da başlayarak Malezya, Endonezya ve Güney Kore’ye yayılan ve etkisi geniş bir alanda güçlü olarak hissedilen Asya krizi, iktisadi alandaki başarıları büyük ölçüde iş dünyası ile devletin işbirliğine bağlanan Asya ülkelerinde devletin sağladığı olumlu katkılara bir ölçüde gölge düşürmüştür. Ancak yine de Revizyonist görüş çerçevesinde, devletin sürdürülebilir bir ekonomik ve sosyal kalkınma açısından son derece önemli bir role sahip olduğu inancı ağırlığını korumaktadır.
4. Devletin ve Devlet Kurumlarının Performansının Artırılması
Geçtiğimiz yüzyılda devletin ekonomideki rolü ve milli gelirdeki payında önemli bir artış yaşanmıştır. Bu artışla birlikte, devletin rolüyle ilgili olarak niteliksel konular ön plana çıkmış; verimlilik, performans ve etkili olabilme gibi kriterler sıkça dile getirilmeye başlanmıştır. Daha etkin ve yüksek performanslı bir devlet için önerilebilecek tek bir reçetenin bulunmadığı gerçeğini göz önünde bulunduran bir çok çalışmada, devletin ve kurumlarının kapasitesini artırmak, kamu sektörünün daha etkin çalışmasını sağlamak ve bu sayede toplumsal refahın önünü açmak için alınması gereken önlemler ele alınmış, çeşitli öneriler sunulmuştur. Yazının bu bölümünde, ilk olarak, 1997 yılında yayınlanan Dünya Bankası Kalkınma Raporu’nun konuyla ilgili saptamalarına yer verilmektedir.
İktisadi kalkınmada devletin rolüne odaklanan Dünya Bankası Kalkınma Raporu’nda, devletin rolünün daha etkili hale gelebilmesi için iki aşamalı bir strateji önerilmektedir (Dünya Bankası, 1997):
1. Devlet aktivitelerinin devletin kapasitesi ya da yapabilecekleriyle uyumlu hale getirilmesine odaklanmak.
2. Kamu kurumlarının kuvvetlendirilmesi ve canlandırılması yoluyla devletin kapasitesini artırmaya çalışmak.
Devlet, belirli işlevleri ‘etkin’ olarak yapabilme gücüne sahip olsa da, bu gücü kullanarak toplumun talepleri doğrultusunda ‘etkili’ sonuçlara ulaşmada başarısız olabilmektedir. Bu nedenle, stratejinin ilk aşamasında, devletin az miktarda kaynakla yapabileceklerinden fazlasını yapmasını engellemek, temel fonksiyonlarına odaklanması, ve bu şekilde etkili olabilmesini sağlamak hedeflenmektedir. Dolayısıyla, bu aşamada devletin neyi ne şekilde yapacağı ve neleri yapmayacağının saptanması kritik önem taşımaktadır.
Birinci aşamada yapılması gereken ilk iş, devletin, temel fonksiyonlarını doğru belirlemesidir. Raporda temel görevler şu şekilde sıralanmaktadır: Hukuk sisteminin tesis edilmesi, politik ve makroekonomik istikrarın sağlanması, temel sosyal ve altyapı hizmetlerine yatırım yapılması, kırılgan kesimlerin korunması ve çevrenin koruması. Rapora göre kalkınmanın istikrarlı ve sürdürülebilir olması için devlet, gözünü temel toplumsal önceliklerden ayırmamalıdır.
Günümüzde devletin, altyapı, sosyal hizmetler ile diğer mal ve hizmetlerin sağlanmasında tekel konumunda olmasının iyi sonuçlar doğurmayacağı şeklindeki kanı giderek yaygınlaşmaktadır. Bu nedenle, bu işlevlerin yerine getirilmesinde piyasaların devletle işbirliği içinde olması ve birbirini tamamlayıcı rol üstlenmesi önem kazanmaktadır. Bunlar göz önünde bulundurularak devletin neyi yapıp neyi yapmayacağı belirlendikten sonra, devletin, kurumlarıyla birlikte, etkili bir şekilde temel işlevlerine odaklanması gerekmektedir.
Stratejinin ikinci aşamasında, devletin kapasite ve yeteneklerinin veri olarak kabul edilmesinin yanlış olacağının altı çizilmekte ve bu kapasitenin geliştirilmesinin mümkün olabildiği belirtilmektedir. Bu da devlet kurumlarının iyileştirilmesiyle sağlanabilmektedir. Pek çok ülke, daha etkili bir kamu sektörü için kurumların yeniden yapılandırılmasına çalışmakta; ancak bu, sanıldığı kadar kolay olmamaktadır. Karşılaşılan zorluğun önde gelen sebeplerinden biri politik eğilimlerdir. Öyle ki, gereken değişimin gerçekleştirilmesini isteyenlerin yanı sıra, tüm çarpıklığına rağmen mevcut düzenin sürdürülmesinden yana görüş bildiren ve bu yönde baskı yapanlar da bulunmakta; siyaset kimi zaman bu görüşlere zemin oluşturmaktadır.
Değişimin önündeki önemli engellerden biri, yolsuzluk olgusudur. Yolsuzluk bir sistem olarak yerleştiğinde ve pek çok kişi bu sistem içinde yer aldığında, sistemden kazanç sağlayan kimseler sistemi değiştirmekten kaçınmakta ve yolsuzluğu ortadan kaldırmak kolay olmamaktadır. Diğer yandan, tek bir nedene bağlanamayan; pek çok boyutu olan yolsuzluk olgusu, uzun dönemli stratejiler sayesinde ortadan kaldırılabilmekte; bunun içinse hem siyasal istikrar, hem de siyasi ve toplumsal kararlılık gerekmektedir (Mauro, 1998; Rose-Ackerman,1998; Tanzi, 1998).
Değişimin önündeki katılıkları aşabilmek ve derinleşmiş problemleri çözebilmek için, raporda üç ana mekanizma ortaya koyulmaktadır:
a. Etkili kural ve kısıtlamalar: Yolsuzlukla mücadelede atılması gereken adımlardan biri yolsuzluğa karışan kişi ve kurumlara verilecek cezaların artırılmasıdır. Bu amaçla, yasaların daha etkili hale getirilmesi, işlerlik kazandırılması önem taşımaktadır. Yolsuzluğun ortaya çıkabilmesi için her şeyden önce elde edilebilir bir rantın varlığı gerekli olduğundan, rant olanaklarını sınırlayan önlemler alınmalıdır. Örneğin, dış ticaret üzerindeki kısıtlamalar azaltılmalı, piyasalara yeni firmaların girişleri önündeki devlet kaynaklı engeller ya da güçlükler hafifletilmeli ve devlet teşebbüsleri özelleştirilmelidir.
b. Rekabetin artırılması yönünde baskı: Devlet kurumlarının içinde, işe alım sürecinde adam kayırmanın engellendiği, liyakat esasına dayalı bir terfi sisteminin ve makul düzeyde ücretlerin sağlandığı mekanizmaların geliştirilerek devlet memurlarının rekabet ortamında çalışmasını sağlamak; ayrıca kamusal mal ve hizmetlerin üretiminde bir rekabet ortamı yaratmak devletin faaliyetlerinde daha etkili sonuçlara ulaşılmasında önemli rol oynamaktadır.
c. Kamuoyunun sesi ve katılımının öneminin artırılması: Politikaların oluşturulması ve uygulanması süreçlerinde, iş dünyası ve kamuoyunun önerilerine yer veren ve onlarla işbirliği içinde çalışan devletler daha etkili ve başarılı sonuçlar elde etmektedir.
Raporda üzerinde durulan diğer bir nokta ise, globalleşmenin zayıf yapıdaki devletler için tehdit oluştururken, bu devletlerin aynı zamanda daha etkili ve disiplinli olmalarını sağladığı, global konularda uluslararası işbirliğini gerekli kıldığı şeklindedir. Giderek küçülen bir dünyada, devletler kendi ülkelerinin politikalarını kendileri belirlemekte, ancak global gelişme ve uluslararası anlaşmalar tercihlerini giderek daha çok etkilemektedir. Böylece, devletler keyfi karar alma ve uygulama konusunda kısıtlanmış olmaktadır.
Özellikle gelişmekte olan ülkeler için globalleşen dünyaya açılmak fırsatlarla beraber riskleri de beraberinde getirmektedir. Örneğin, ülkeler fiyatlar ya da sermaye hareketlerinden kaynaklanan dış şoklara açık hale gelmektedir. Bu durum, devletin rolünü kritikleştirmekte, devlet bu şoklara dayanıklı olmayı ve halkın dünya piyasalarının sunduğu imkânlardan faydalanabilmesini sağlamak amacıyla önemli bir rol üstlenmektedir. Ancak, globalleşmeyle birlikte gelebilecek sorunların, bu süreçten tamamen uzak kalmak kadar kötü olamayacağı da raporda belirtilmektedir. Rapora göre, devletlerin uluslararası düzeyde işbirliğini gerektirecek en az beş temel amaç bulunmaktadır: Bölgesel krizleri önlemek, global ekonomik istikrarı sağlamak, çevreyi korumak, bilgi üretimi ve araştırmayı teşvik etmek, ve uluslararası kalkınma yardım ve desteğini daha etkili hale getirmek.
Raporda devletin reformları önündeki engellerin kaldırılmasının ve reformların sürdürülebilir olmasının gerekliliği üzerinde de durulmakta; reform planlarının ilk aşamasının kriz yönetimi, enflasyonla mücadele ve büyümeyi; ikinci aşamasının ise toplumsal koşullar ve rekabetin geliştirilmesi ile makroekonomik istikrarı hedeflemesi gerektiği savunulmaktadır.
Devletin ve kurumlarının, ya da kısaca kamu sektörünün, performansını artırmak amacıyla atılması gereken adımlara değinen bir diğer çalışma ise Stiglitz’in (1998) çalışmasıdır. Stiglitz, bu amaca yönelik olarak beş öneriye yer vermekte ve bunları tartışmaktadır (Stiglitz, 1998: 11-22).
Bu önerilerden ilki, Dünya Bankası Kalkınma Raporu’nda da belirtildiği gibi, kişisel çıkarların ya da özel çıkar gruplarının etkili olduğu bilinen alanlarda devlet müdahalesini zor da olsa kısıtlamak ve böylece rant arayışının önünü kapamaktır. Burada sorulması gereken önemli soru, söz konusu bu alanlarda devletin müdahalesinin kaldırılmasıyla ortaya çıkacak faydaların, yol açılacak maliyetlerden daha fazla olup olmayacağıdır. Faydalar maliyetleri aştığı takdirde, müdahaleden kaçınılması etkili sonuçlar doğuracaktır.
İkinci öneri, rekabeti artırmaya yönelik devlet faaliyetlerinin desteklenmesi, rekabeti engelleyen ya da kısıtlayan devlet faaliyetlerininse kısıtlanmasıdır. Devletin rekabetin önündeki engelleri kaldırması ve piyasalarda hakem olarak görev yapması piyasaların daha verimli işleyişini sağlayacaktır.
Üçüncü öneri, devletin ve devlet kurumlarının faaliyetlerinin gizlilikten arındırılarak şeffaflaştırılmasıdır. Bilginin serbestçe dolaşımının ve açıklanmasının engellenmesi, çoğu kez karar alma süreçlerine dışarıdan katılımı engellemek amacını taşımaktadır Bu da kamu görevlilerinin karar süreçlerindeki etkisini ve rant imkânlarını artırmaktadır. Şeffaflık, kişisel çıkarların devlet üzerindeki etkisini azaltacağı için devletin performansının artmasını sağlayacaktır. Gizlilik hataların düzeltilmesini ve devlet çalışanlarının değerlendirilmesini de zorlaştırmakta ve bilgiye sahip olanlara rant sağlamaktadır. Ayrıca bilginin kamuoyuyla nadiren paylaşılması, aniden açığa çıkan gelişmelerin piyasalarda şok etkisi yaratmasına ve istikrarın bozulmasına yol açmaktadır.
Mevcut kural ve düzenlemelerin şeffaf hale getirilmesi ve devletin bilgileri toplumla paylaşması yolsuzlukla mücadele açısından da son derece önemlidir. Politika ve karar süreçlerinde şeffaflık, politika yapıcılarına belirli grupların refahını etkileme konusunda daha az insiyatif tanımaktadır (Tanzi, 1998).
Stiglitz’in dördüncü önerisi, devletin gerek kendi çabalarıyla gerekse sivil toplum örgütleri yoluyla, özel sektörü kamu mallarının üretimi konusunda özendirmesi ve cesaretlendirmesi; böylece rekabet ortamı içine girip kendini disipline etmesidir. Sivil toplum örgütleriyle işbirliği içinde hareket edilmesi, siyasi karar ya da projelerin geniş toplum kesimlerinin görüşlerini yansıtması açısından önemli olmaktadır.
Son öneri ise devletin, uzmanlık, demokratik temsilcilik ve hesap verebilirlik arasındaki dengeyi sağlamasıdır. Karar mekanizmaları açısından uzmanlık büyük öneme sahiptir. Katılımcı demokratik sistemlerde kararlar konuyla ilgili uzman görüşlerini yansıtmayabilmekte ve dolayısıyla hedeflenen sonuçlar elde edilemeyebilmektedir (veya en etkin bir şekilde elde edilemeyebilmektedir). Uzman görüşlerine yer verildiğinde ise, söz konusu uzmanların bağımsız olmama riski mevcuttur. Örneğin belirli bir endüstriye ilişkin uzmanlığı bulunan bir kimse büyük bir olasılıkla o endüstride çalışan ya da çalışmış bir kimse olmaktadır.
Demokratik temsilcilik ilkesinden en fazla uzaklaşılan alanlardan biri kuşkusuz para politikalarıdır. Birçok ülke, merkez bankalarını bağımsızlaştırmış ve hükümetlerden bağımsız uzman bürokratların eline teslim etmiştir. Bu, ilginç bir durumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Seçimle işbaşına gelen siyasetçilerin başarısı ekonominin performansıyla ölçülmekte, ancak bu başarıyı önemli ölçüde etkileyen para politikalarının uygulanması söz konusu siyasetçilerin elinde bulunmamaktadır. Dolayısı ile başarısızlık durumlarında, bürokratları kendileri atamadıkları için siyasiler hesap verebilir olmamaktadır. Öte yandan merkez bankası bağımsızlığı özellikle popülist harcamalara imkân vermemek açısından gerekli olmaktadır. Ama bunun yanında merkez bankası bürokratlarının daha geniş kapsamlı makroekonomik amaçlar konusunda fazla bilgili (ya da ilgili) olmadıkları görüşü de mevcuttur. Ayrıca teknik uzmanlık önemli olsa da ekonomide, enflasyon ve işsizlik arasında olduğu gibi, çok sayıda tercih ikilemi de (trade-off) vardır. Enflasyon ve işsizlik arasındaki ikilem örnek olarak ele alındığında, siyasilerin daha ziyade işsizlik artışından, merkez bankacılarının ise enflasyon artışından puan kaybettikleri bilinmektedir. Dolayısıyla Stiglitz, bütün bunların sonucunda, toplum refahı açısından, teknik uzmanlık, demokratik temsilcilik ve hesap verebilirlik arasında bir denge kurulması gerektiği görüşünü savunmaktadır.
Tanzi (1997: 18-19) ise çalışmasında, devletin performansının artrılmasıyla ilgili olarak yukarıda değinilenlerin dışında şu noktaları ele almaktadır:
1. Devlet, kamu sektörüne ödenen maaş yükünü azaltabilecek, kamu teşebbüsleri için sağlanan sübvansiyon yükünü aşağıya çekebilecek ve ekonomik işleyişi daha verimli hale getirebilecek özelleştirme hareketlerinden kaçınmamalıdır. Özelleştirme, özellikle kamu borçlarına ilişkin faiz yükünün fazla olduğu ülkelerde, özelleştirmeden elde edilen gelirlerle bu borçların bir kısmının ödenebildiği de düşünülecek olursa, uygun bir politika olmaktadır. Özelleştirme hareketleri, piyasaların özel sektöre açılmasıyla (sonrasında uygun rekabet ortamının sağlanması koşuluyla) genellikle ekonominin verimliliğini artırmaktadır. Üstelik özelleştirmeyle yolsuzlukların azalması da söz konusu olmaktadır.
2. Devlet her türlü fiyat kontrolünü ve bazı ürünlerin desteklenmesini durdurmalıdır. Fiyat kontrolleri daima piyasalar üzerinde bozucu etkilerde bulunmakta, kaynak dağılımında etkinsizlikler yaratmakta ve rant kollamaya meydan vermektedir. Bazı temel malların sübvanse edilmesi ise önemli israflara yol açabilmektedir.
3. Devlet, regülasyon ve teşviklerle yatırımları ve ekonomik faaliyetleri etkilemeyi en aza indirmelidir. Bunun yerine, piyasaların etkinliğini artırmak için ekonomiyi dış rekabete açık hale getirmeli; piyasalara giriş önündeki engelleri kaldırarak rekabeti artırmalı; gereksiz ve etkinlikten uzak regülasyonları ortadan kaldırmalıdır. Bu regülasyonların bazıları yalnızca devlete ve bürokratlara güç sağlamakta ve ekonominin işleyişine zarar vermektedir. Öte yandan bazı sosyal amaçlar için regülasyonlar gerekli olurken (asgari ücrete ilişkin, çalışma saatlariyle ilgili, vb. regülasyonlar), bazı sosyal amaçlara da regülasyon dışındaki daha etkin yollarla ulaşmak mümkün olabilmektedir.
5. Sonuç
Günümüz dünyasının hızla değişen koşullarında, devletin ekonomideki yeri ve iktisadi kalkınmadaki önemi, tarihsel süreçteki yeri ve öneminden doğal olarak farklılıklar göstermektedir. Ekonomilerin geliştiği ve giderek daha açık hale geldiği, teknolojik ilerlemelere her geçen gün yenilerinin eklendiği, bilginin çok daha hızlı iletildiği ve gün geçtikçe daha çok globalleşen dünyada devlet, çok daha önemli ve ustalıklı bir yol gösterici ve düzenleyici rolünü üstlenmelidir. Diğer yandan özel sektör de, geçmişte büyük ölçüde devletin sorumluluğunda kabul edilen sağlık, eğitim ve alt yapı gibi pek çok alanda daha büyük sorumluluklar taşımaya hazır olmalıdır.
Yapılan çalışmalara, hazırlanan raporlara ve gerçekleştirilen istatistiksel analizlere bakıldığında, devletin iktisadi büyüme ve kalkınmada hayati önem taşıdığı görülmektedir. Devlet, hukuk sisteminin tesis edilmesi, gerekli görülen altyapı hizmetlerinin ve kamu mallarının sağlanması, piyasa başarısızlıklarını giderici önlemlerin alınması, çeşitli alanlardaki eşitsizliklerin giderilmesi ve toplumsal refahın güvence altına alınması, ülke savunması, ekonominin istikrara kavuşturulması gibi işlevleri yerine getirmekte; hedeflere ulaşmada kullanılacak politika araçlarını belirlemekte ve politikaları uygulamaya koymaktadır.
Kurumları ve yasalarıyla etkili biçimde işleyen bir devletin iktisadi kalkınmayı olumlu yönde etkilediği belirtilirken, devletin başarısızlığa uğrama olasılığının da olduğu göz ardı edilmemesi gereken ve tarihte örnekleri olan bir gerçektir. Bu nedenle günümüzde devlet, mal ve hizmetlerin üretilmesinde tekel konumunda olan, asıl girişimci olarak yatırımların başını çeken ve piyasalarda belirleyici olarak faaliyet gösteren bir rolden çok; özel sektör ve toplumun diğer örgütleriyle işbirliği içinde olan; koordinasyonu ve bilgi transferini sağlayan; piyasaların kendi halinde işleyişini olumsuz etkileyecek engelleri ortadan kaldıran; rekabeti özendiren ve aksi yönelimleri engelleyecek kurallar koyan; yatırımlar için uygun ortam ve koşulları yaratan ve bu amaçla düzenlemeler yapan; insan sermayesine ve teknolojiye yatırım yapan; eğitim ve sağlık gibi konularda toplumda eşitliği sağlayan ve gereken alanlarda reformların gerçekleştirilmesinin önünü açan; toplumsal refahı, siyasal ve ekonomik istikrarı sağlamak için çalışan; ve büyüme ve istihdam artışı için uygun politikaları devreye sokan bir rol üstlenmelidir.
Bu sorumluluklarının ve görev alanlarının bilincinde olan, kurumlarıyla ve çalışanlarıyla iyi organize olmuş ve şeffaf bir yapıya sahip bir devlet, kalkınmanın önünde bir engel değil aksine kalkınma sürecinde itici bir güç olarak karşımıza çıkmakta; kısaca ekonomik ve sosyal kalkınmanın merkezinde yer almaktadır.
Kaynakça
Adelman, I. (1999), “The Role of Government in Economic Development”, Department of Agricultural and Resource Economics and Policy Division of Agricultural and Natural Resources.University of California at Berkeley, Working Paper No: 890.
Dünya Bankası (1997), World Development Report: The State in a Changing World. New York, NY: Oxford University Press.
Haque, S. (2002), “Rethinking the Role of the State with Special Reference to New Economic Policies in South Asia”, ‘Ulus Devletler ve İktisadi Politika: İhtilaf ve İşbirliği’ Uluslararası Konferansı’nda sunulan tebliğ (International Conference on ‘Nation States and Economic Policy: Conflict and Cooperation’), Japonya İktisadi Politika Kurumu, Tokyo, Japonya, 30 Kasım – 2 Aralık 2002.
Kazgan, G. (2002), İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Mauro, P. (1998), “Corruption: Causes, Consequences, and Agenda for Further Research”, Finance and Development, Mart, ss. 11-14.
Dodson M.-, B. ve Paramo G.-, J. M. (2001), “The Role of the State and Consequences of Alternative Public Revenue Policies”,
URL: http://www.worldbank.org/ wbi/publicfinance/publicresources/ module2final2.pdf
Perez, L. (1997), “The Implications of Good Governance for the Reconstruction of Cuba”,
URL: http://lanic.utexas.edu/la/cb/ cuba/asce/cuba7/perez.pdf
Rose-Ackerman, S. (1998), “Corruption and Good Governance”, içinde: Annual World Bank Conference on Development Economics 1997, B. Pleskovic ve J. E. Stiglitz (ed.), Washinghton, D. C.: The World Bank, ss. 35-57.
Stiglitz, J. (1996), “The Role of Government in Economic Development”, içinde: Annual World Bank Conference on Development Economics 1996. M. Bruno ve B. Pleskoviç (ed.). Washington, D.C.: World Bank, ss. 11-23.
Stiglitz, J. (1998), “Redefining the Role of the State: What Should it Do? How Should it Do it? And How Should these Decisions be Made?”, MITI Araştırma Enstitüsü’nün onuncu yıl dönümünde sunulan tebliğ, Tokyo, Japonya, Mart 1998.
Tanzi, V. (1997), “The Changing Role of the State in the Economy: A Historical Perspective”, IMF Working Paper, No: WP/97/114.
Tanzi, V. (1998), “Corruption Around the World: Causes, Consequences, Scope and Cures”, IMF Working Paper, No: WP/98/63.
Tanzi, V. (2000), “The Role of the State and the Quality of the Public Sector”, IMF Working Paper, No: WP/00/36.
Kaynak: http://www.aso.org.tr/kurumsal/media/kaynak/TUR/asomedya/ocak2004/dosyaocak2004.html