Birer Dünyevileşme Modeli olarak Laiklik ve Sekülerlik
Ülkemizde Laiklik hakkındaki yanlış kanaatleri kabaca ikiye taksim edebiliriz:
1: Laiklik, bütün batı dünyasında birbiçimli bir tavır sanılmaktadır. Bu yanıltıcıdır; Laiklik esas olarak, bizim bildiğimiz ve anladığımız şekliyle esas olarak Fransa’ya özgüdür. Batı ülkelerinin ezici çoğunluğunda mevcut olan “Laiklik” değil “Sekülerlik”tir.
2: Laiklik bizde genellikle çok basite indirgenerek “din ve dünya işlerinin ayrılması” şeklinde tanımlanmaktadır. Ancak, bu, çok yetersiz ve yanıltıcı bir tanımlamadır.
Laiklik ve onunla birçok ortak paydası bulunan Sekülerlik, Batı dünyasının kendi şartları içerisinde vuku bulmuş olan dünyevileşme tarzlarıdır.
Laiklik, Latin-Katolik geleneği üzerinde yükselen bir “Latin-Katolik tarzı dünyevileşme” olup, doktrin olarak ise, “dünya hayatını yönlendirecek kanun ve nizamlar bütününün dini bir referanstan değil bizzat dünyanın kendi içinden çıkarılmasını öngören bir kamu düzeni” olarak tanımlanabilir. Laiklik, bizatihi bir materyalizm ve ateizm (dinsizlik) değil, ‘la-dinilik’tir; Din ile Kamu Düzeni arasına bir mesafe çekmek, Din’i kamu hayatına karıştırmamaktır.
Bunun yanında, Laiklik, tarihi gelişiminin ve tecrübesinin bir ürünü olarak, Din’e, ve fakat bilhassa İslam dünyasında kurumsal düzeyde bir karşılığı bulunmayan ve sadece Hristiyan (özellikle Katolik) kültüründe ve doktrininde mevcut olan Kilise kurumuna karşı daima soğuk, mesafeli ve kuşkucudur.
Buna mukabil, Laisizm, Laiklik’in ideolojileştirilmesi, katı, sert, Din karşısında agresif, despotik bir devlet politikası haline getirilmesi demektir ki Laiklik’in Din (batı özelinde Kilise) ile mesafeli olmasına mukabil, Laisizm, Din’e karşı, hatta Din ile kavgalı olmak demektir ve bu bakımdan da felsefi olarak ateizm şeklinde kategorize edilememekle beraber ateizme meyyaldir. Laisizm’in yine bu katılığının bir yansıması da onun “jakoben” karakterinde gözükür.
Sekülerlik ise, tarihsel gelişim itibariyle German-AngloSakson kültür ve medeniyet havzasında şekillenmiş bir “German-Anglo-Sakson-Protestan tarzı dünyevileşme”dir. Doktriner olarak Sekülerlik ile Laiklik’in önemli bir ortak paydası bulunmaktadır: “Dünya hayatını yönlendirecek kanun ve nizamlar bütününün dini bir referanstan değil bizzat dünyanın kendi içinden çıkarılmasını öngüren bir kamu düzeni.” Ancak, buna karşılık Laiklik’in aksine, Sekülerlik, Din’i bir “potansiyel tehlike” olarak kabul etmez ve birçok ülkede (mesela İngiltere’de) Din, sistemin ‘karşısında ve dışında’ değil ‘içinde ve yanında’ yer alır. Sistemin içinde ve yanında yer almış olmakla Din, kamu düzenini yönetiyor değildir; ama, bir kurum olarak Din (yani Anglikan Kilisesi) toplumsal hayat içerisinde bir realite, bir olumlu gerçeklik olarak kabul edilmiş olmaktadır.
(Sekülerizm ve Sekülerlik Farkı)
Sekülerizm ise, “Sekülerlik”ten farklı olup, sadece George Jacob Halyoak’un temellindermeye çalıştığı bir felsefe olup bir sosyal hareket dönüşerek uygulama alanı bulamamış, Din karşısında agresif olmayan fakat kuvvetli ateistik temayülleri de bulunan bir felsefi harekettir. Sekülerizm ayrıca, Laisizm’de olduğu gibi, zaman-zaman, Sekülerlik’in dayatmacı bir resmi ideoloji olarak kullanılması anlamında da kullanılabilmektedir.
Bizim kullanmış olduğumuz “Sekülerizm” ibaresine gelince: Bu ibare, tarafımızdan, Sekülerlik’in ideolojileştirilmesi kontekstinde değil, German-AngloSakson tipi sekülerliğin Türkiye şartları çerçevesinde millileştirilmesidir. Bu, kamu düzeninin Dini (İslami) hukuk kuralları üzerine oturtulması anlamında olmamakla beraber, Din’in (İslam’ın) Devlet tarafından yok farzedilmemesini ve sistemin karşısına değil de içine çekilmesini hedef alan bir devlet nizamının felsefi teorisidir.
İslam, Laiklik ve Laisizm
İslam ile Laiklik arasındaki ilişkilerin ana hatlarıyla iki veçhesinin bulunduğunu ileri sürmek kabildir: Teorik Veçhe ve Pratik Veçhe.
Konuya teorik açıdan yaklaştığımızda, detaya inmeksizin kesin olarak belirtilmesi gereken husus şudur: İslam ile Laiklik arasında doktriner düzeyde herhangi bir surette bir uzlaşma, veya bir telif veya bir sentez meydana getirilmesi kesin olarak imkansızdır. Buna İslam’ın bizzat kendi içinden bir cevaz alınamaz. Zira, bu, açıkça İslam’ın akaid esaslarında insan eliyle yapılmış bir değişiklik, yani bir “din reformu” demek olacaktır. Ayrıca, böyle birşeye Laiklik’in ve hele Laisizm’in kendi içinden de asla bir cevaz alınamaz.
Ancak, İslam ve Laiklik ilişkileri pratik açıdan ele alındığında karşılaşılan keyfiyet ise farklıdır: Pratik zaruretlere binaen, İslam ile Laiklik arasında ‘bir çeşit’ bir uyuşma sağlanabilir; hatta sağlanmalıdır. Doktrin düzeyinde mümkün olmayan uyuşma, praksis düzeyinde mümkündür. Yani, doktriner düzeyde Laiklik ile bir uyuşmaya kapalı olan İslam, pratik zaruretler düzeyinde açıktır. Burada zikredilen “pratik zaruretler” ifadesi şu anlamdadır: Günümüz şartları muvacehesinde, hem genel olarak dünyada ve hem de özel olarak Türkiye’de bir “İslami Sistem”in uygulanabilirliği mümkün değildir. O halde, tutulması icap eden en makul yol, bir ‘pratik uzlaşma’ olmaktadır.
İmdi: Laiklik ile İslam arasındaki bir pratik uyuşma, Laiklik’in Fransız versiyonu şartları çerçevesinde oldukça zor, Laisizm ile ise kesin olarak imkansızdır. Bunun en temel sebebi, biraz yukarıda açıklanmış bulunduğu üzere, Fransız tipi Laiklik’in – ki en fazla bilinen laiklik de budur – Din karşısındaki kuşkucu, soğuk ve agresif tavrıdır. Laisizm’in militanca agresifliği ise imkansızlığın en temelli sebebidir. Bunun yerine, Din karşısında daha mutedil olan ve Protestan Laikliği de denebilecek olan Sekülerlik tercih edilmelidir.
Bizim buradaki teklifimiz, tarafımızdan “Milli Sekülerlik” olarak adlandırılan yeni bir tezdir.
Tez: Türk tipi ve ‘milli’ bir “sekülerlik”; veya, “Milli Sekülerlik”
Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, evrensel olana ulusal olandan gidilebilir. Nasıl ki demokrasi evrensel bir ide olmakla beraber her demokratik ülkenin demokrasisi birbirinin tıpatıp aynısı olmayıp o ülkenin toplumuna, geleneklerine, birikimine, kültürüne, tarihsel arka-planına bağlı olarak az-çok ama mutlaka farklılık göstermekte ise ve bu da son derece tabii bir keyfiyet ise, aynı şekilde, her laik/seküler ülkenin laikliği/sekülerliği de birbirinin aynı şekilde değildir, olamaz da. Söz gelimi İngiltere, Almanya, Belçika, Fransa, İtalya, A.B.D. gibi ülkelerin hepsi de laik veya seküler olmakla beraber birbirlerinin tıpkısının kopyası bir ayniyetleri olmadığı gibi, dahası, detayına göz atıldığında, aralarında bazan çok önemli olabilen farklılıkların dahi mevcut olduğu açıkça görülebilmektedir.
Hepsi de batılı, Hristiyan ve dünyevi olmalarına karşılık bu ülkelerin sistemlerinin birbirlerine göre olan bu farklılıkları göz önüne alındığı takdirde, sadece ve yalnız bu tek örnek dahi bizim, kendi rengimizi taşıyan, Türk’e özgü, Türk tarihine, geleneklerine, birikimine uygun ve İslam ile pratik düzeyde en fazla uyuşma imkanı sağlayabilen bir laiklik/sekülerlik geliştirmemizin zaruretini, hatta mecburiyetini kanıtlamaya kifayet edecektir. Şu halde, Türkiye’nin de kendine özgü bir laiklik/sekülerlik anlayışı geliştirebilmesi icap etmektedir. İşte biz buna, bir tez olarak “Milli Sekülerlik” demekteyiz.
“Milli Sekülerlik” Tezimizin Çıkış Noktası: Res Publica
Bizim tezimizdeki temel çıkış noktamız “Res Publica”dır. “Cumhuriyet” kelimesinin kökünü de oluşturan bu Latince ibare, “Halka Ait Şeyler” demektir.
1: Devlet, hiç kuşkusuz, bütün dünyevi kavramların en kutlularından (“kutsal” değil, “kutlu”) birisidir, fakat, Devlet’in asli varlık sebebi, önce tarihi bir süreklilik olan “Millet” ve sonra da bu sürekliliğin hal-i hazırdaki devamı olan “Halk”tır. Şu halde bir devlet, meşruiyetini varlık sebebi olan en temel unsura hizmet etmekte bulabilecektir.
2: Şu halde: Res Publica, (Halka Ait Şeyler), Devlet’in temel meşruiyet şartı olmalıdır.
3: Devlet, “Res Publica” karşısında ilgisiz değil derinden ilgili, karşısında değil yanında, tarafsız değil taraf olmalıdır. Bu, Devlet’in temel meşruiyet şartıdır.
4: Devlet, Millet’e (Natio) ve onun günümüzdeki ber-hayat devamı olan Halk’a (Populus) ait maddi ve manevi unsurlara hizmet için çalışmalıdır; onun başına tokmak, etine süngü olmak için değil. Birincisi ‘meşru devlet’tir, ‘kutlu devlet’tir, ikincisi ‘despot devlet’, ya da bir Leviathan canavarı.
Öyleyse: Devlet, nasıl ki kendi toplumuna ait “maddi şeyler” (mal, mülk, can, sağlık v.b. gibi) karşısında ilgisiz, soğuk, mesafeli, tarafsız olamayıp onları korumak ve geliştirmekle mükellef ise o topluma ait “manevi şeyler” (ırz, namus, kültür gibi) karşısında da mesafeli, soğuk ve tarafsız olamaz; onları da korumak ve geliştirmek ile mükelleftir ki işte bu “manevi şeyler” dünyasının en önemlilerinden birisi ve hatta birçok yerde tartışmasız olarak en başta geleni “Din”dir. Devlet, halkına ait olan herşey gibi onun dini karşısında da tarafsız/ilgisiz kalamaz. Bu, Devlet’in meşruiyet şartlarının en başta gelenlerinden birisidir.
Türkiye özelinde bu devlet Türk Devleti, bu din ise İslam Dini’dir.
İşte, bizim tezimiz olan Türk tipi Milli Sekülerlik, Devlet’ten bu en basit ve en tabii hakkın talebi ile başlamaktadır: Türkiye Cumhuriyeti’nin bir dini olmamasının önemi yoktur; önemli olan şudur ki, O’nun vatandaşlarının dini vardır. Türkiye’de elbette başka dinler de vardır ve bütün beşeri haklar ve özgürlükler onların mensuplarının da en tabii hakkıdır; ama, unutmamalı ki, Türkiye bir dinler mozayiği değildir; Fransa’nın bir Katolik ülkesi olması gibi Türkiye de bir İslam ülkesidir.
İşte, burada Devlet’in kaçınılmaz vazifesi şu olmaktadır: Türk Milleti’nin dini olan İslam karşısında mesafeli, soğuk, ilgisiz, tarafsız değil; yakın, sıcak, ilgili ve taraftar olmak; önünde özgürlük alanları açmak, İslam’ı ve ona inanan milyonları – yani bütün bir milleti – potansiyel bir tehlike gibi görme yanlışlığını terketmek, İslam dini esasları üzerine müesses olmak değil ama İslam ile ve dolayısıyla bütün bir millet ile barışık olmak.
İşte, bizim tezimiz olan, Türkiye şartlarına ve Türkiye pratiğine en uygun, Türk tarihine ve birikimine göre, kısacası Türk’e göre millileştirilmiş olduğunu düşündüğümüz “Milli Sekülerlik”in özü bundan ibarettir.
Kaynak: http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=4018896