Türk Tengriciliği Üzerine (Tarihte Türklük) – Prof. Dr. Laszlo Rasonyi
Ruh ve ahiret kavramı, bütün dinî tasavvurlarda esas unsuru teşkil ederler. Buna toptan Şamanlık diyoruz. Şaman sözü aslında Tunguzca bir söz olup bilim edebiyatına oradan geçmiştir. Türkler şaman sözü yerine kam’ı kullanırlar. Attila’nın bir kayınpederinin adı Eşkam (şerik şaman), diğer bir Hun’un adı da Ata kam’dır. XI. yüzyılda yazılan Kutadgu-Bilig ve Kâşgari sözlüğünde de aynen rastlandığı gibi, VIII-IX yüzyıl Kırgızlarının da kullandığını, muahher Çin-Sung çağı kaynakları gösterir (Eberhard. Ç. Ş. K. 233).
Zelenin’e göre Sibirya Şamanlığının kökü totemizm’e dayanır. Ruh-totemleri ve ruh-ongon’ları kültünün (ibadetinin) en gelişmiş ve karışık şeklini teşkil eder. Zelenin’e göre Sibirya totemizmi ilk önce iptidai insanlar arasında meydana çıkmış, insana, kendisine zararlı hayvanların fevkal-beşer vasıfları arasında nadir görünüş veya görünmezlik, gizlilikleri dikkatinden kaçmamıştır. Bu itikattan zararlı ruhlar, daha sonra ruhlar mefhumu gelişmiştir. Bu ruhlar hastaya, cesede ve sun’i tasvir olan ongun’a da nüfuz edebilirler. İnsan ile ortak yaşayış mefhumunu yavaş yavaş hayvanlar âlemine, hattâ kısmen bitki âlemine de teşmil ettiler. Orada da kabileler tasavvur ederek hayvan “klan”ları ile ittifaklar akdettiler. Meselâ: Evlenmede, kabile “exogammia”sı bu cümledendir. Bu hayalî ittifakların amacı, hayvan şekline bürünen totemlerin sebep oldukları hastalıkları, avdaki şanssızlıkları (avın ürküp kaçması, ağların ve kapanların bozulması gibi) defetmektir.
Bu bahse şunu da eklemeliyiz: 926’da İbn Fadlan, Seyâhatnâmesinde, Başkurtlardan bir kabilenin turnalara saygı göstermesini, bu kuşların bir seferde düşmanlarını sesleri ile ürkütmelerine ve zafere kavuşturmalarına atfeder. Acem tarihçisi Gardizî ise XI. yüzyıl Kırgızlarından bahsederken, onlardan bazılarının rüzgâra, kaplumbağaya, saksağana, şahine veya güzel ağaca taptıklarını zikreder.
Zelenin’e göre, kabile ile müttefik hayvan-klanı kavramından daha sonra, hayvan klanından insan-klanının neş’et ettiği ve onun ceddi olduğu inancı doğmuştur.
Totemin varlığı ölümle de sona ermez. Görünmeyen kısmı iskelette veya doldurulmuş derisinde veya sun’i olarak yapılan eşyada, meselâ; Ağaçtan yontulmuş putta veya keçeden kesilmiş figürde vb. ongun’da yaşamakta devam eder. Şu halde ongunlar ruhların meskenidir. Herhangi bir tapılan ongun bütün klanın ortak putudur.
Reşideddin ve ondan sonraki kaynaklar 24 Oğuz boyunun ongunlarını sıralarlar. Bunların hepsi yırtıcı kuşlardır. Ongon yalnız hayvan şeklinde (zoomorf) olmaz, insan şeklinde (antropomorf) da olabilir. Ölüler, bilhassa hükümdârlar ve şamanların ruhları da, onları gösteren ongon suretine bürünebilirler. Kimin ongon olabileceğini şaman tayin eder.
Acaba, Zelenin totemizmin’in Sibirya’daki rolünü açıklarken mübalağaya sapmıyor mu? Ayrıca buradaki dağ ve orman çevresi muhtelif boylarının inançları, ezcümle Türk göçebeleri inanç âlemine ne dereceye kadar uyar? Hayvanlarla ilgili her tasavvurun mutlaka totemizme bağlı kalması gerekmez.
Şamanizm’in en eski şekline göre, öbür dünya aşağıdaki dünya ile aynıdır. Daha mütekâmil Şamanizim’de ise, ışık âlemi olan gökün de, aşağı dünyanın da birçok tabakası vardır. En yaygın inanç şekline göre, gökün 17 katı dahi olabilir. Radloff’un Altay dağlarında işittiğine göre, aşağı dünyanın 7 veya 9 katı vardır. İki âlem arasında yeryüzü ve insanlar bulunmaktadır. Her şeyi yaratan gök ilâhı (Tengri), bozulmaz, âlem nizamının kurucusu olup, gökün en üst katında oturmaktadır.
Aslında, yalnız bu tek Tengriye tapılıp tapılmadığı hatıra gelebilir: Bu görüş eski Türklerin içtimaî teşkilâtına, patriyarkal büyük aile fikrine tamamiyle uygundur. Öbür dünyanın, üzerinde yaşadığımız dünyaya uyması etnoloji kanunları icabıdır. Eberhard’ın da işaret ettiği gibi, gökteki ve yerdeki nizam, içtimaî teşkilât ile sıkı sıkıya ilgili, biri diğerinin eşidir. Gök veya güneş mutlak hakimdir. Yeryüzünde aile başkanının da olduğu gibi, gök-güneş Tanrısına da yıldızlar, tabiat kudretleri boyun eğerler. Aynı tarzda, yeryüzündeki içtimaî kuruluşta da hükümdâra asılzadeler, aile başkanına ise diğer aile ferdleri tabidirler. Eski din telakkisinde de aynı âmilin kökleştiğini görürüz.
Dünyanın yaratıcısı tek Tanrı kavramı hakkında, İbn Fadlan’ın Oğuzlarla ilgili bir haberi dikkate şayandır. Ona göre Oğuzlar bir haksızlığa uğradıklarını sezdikleri zaman, başlarını göğe kaldırarak: bir Tengri!.. derler.
VI. yüzyıl yazarı Menander ise, Türklerden bahsederken “her ne kadar toprağa, suya ve ateşe saygı göstermekle beraber, yine de kâinatın yaratıcısı tek Tanrıya inandılar” der. XIII. yüzyıl büyük hakanları, meselâ bunlar içinde Möngke açık olarak şu şekilde hitap eder: “Ancak tek Tanrı vardır. Onun takdirine göre yaşar ve ölürüz”.
Bugünkü, yabancı tesirler altında çetrefil hale sokulan inanışlar arasında bile tek Tanrı mefhumu sezilmektedir. Şöyle ki, gök tanrısı yücedir, değişmemektedir. Halbuki diğer talî derecedeki tanrılar, cinler, kaprisli beşerî zaaflarla malûldurlar. Çeşitli Altaylı kavimlerin akideleri altında bunlar yavaş yavaş yeryüzünü ve öbür dünyayı istilâ etmişlerdir. Tengriye, pek eski çağlardan itibaren hayatın temelini teşkil eden en önemli nimeti; adı ve koyunu kurban ettiler. İlkbaharda ayrıca tabiatın diğer hediyelerini; ilk otu, taze kısrak sütünü sundular. İlkbahar şenliklerinde Hunlar ve diğer eski Türk kavimleri at yarışları tertip ettiler. At, gök ve dolayısiyle güneşin kutsal hayvanı idi.
Eberhard’ın fikrine göre Çinde yontma taş çağından itibaren kuzey barbarlarından gelen dinî tesirler gösterilebilir. Bilhassa daha sonra “Eski Çin’de gök âlemi ile ilgili herşey, bu yöne bakar”. Çin felsefesinde de daha birçok husus, bu cümleden olarak, çocukların aile babasından doğuşu, hep “gök” ve onunla ilgili felsefî kavramın mahsulüdür. Eski felsefî gök kültünün ve içtimaî nizamın yekdiğerine mezcedilmesi sonucu olarak imparator “gök oğlu”dur. Uygur ve Göktürk hakanı da, “Tengri tek, Tengri yaratmış” lâkablar’ına göre Tengriye benzer veya onu Tengri halketmiştir. Moğolların hakanı Möngke daha da ileri gider; Rubruquis’e göre bu hakanın Fransa Kralı IX. Luis’e yazdığı mektup aşağıdaki şekilde başlar: “Ebedî Tanrı’nın buyruğudur bu: Gökte ancak bir ebedî Tanrı vardır. Yer yüzünde de ancak bir sahibin olması gerekir. O da, Cengiz Han’dır”.
Kültür çevresi nazariyesini ileri sürenler, eski kültürlerden bahsederken, bitki yetiştiren halkların aya tapan şamanlığından, avcı halkların totemizminden ve kadim (burungu) göçebelerin gök ata’ya tapan monoteizminden bahsederek mübalağalı şekilde kesin sınırlar çizerler. Ancak Türklerde bu kültür çevrelerinden her üçünün aynı zamanda oluşunu açıklamadan bırakıyorlar.
Gök Tanrısına çeşitli faaliyet sahası ve vasıflar isnad olunuyordu. Bunların her birine ad takılmıştı. Daha sonra tedricen bu vasıflardan özel tanrı mefhumları gelişti: Hypostasis’ların meydana çıkması gibi. Tali derecedeki tanrıların, tanrı çocuklarının ve yardımcılarının sayısı bazen 7, bazen de 9, X. yüzyıl Başkırtlarında ise İbn-Fadlan’a göre 12 olarak görülür.
Bilhassa güneşe tapma ön safhada göze çarpar. Kuzey bozkır göçebelerinde bu sarihtir. Hiung-nuların Tan-hu’ları doğan güneşi ve yeni ayı eğilerek selâmlarlar. Türk hakanlarının çadırı doğuya açılır. Çin kaynaklarına göre bu “gökün bu yönüne saygı nişanesidir, zira güneş oradan doğar”.
Gökten inen ateş de gök tanrısının oğludur. Altaylı kavimlerin hepsi ateşi kutsal sayarlar. Türklerin bu hareketi Arap yazarlarının da dikkatinden kaçmamıştır. XIII. yüzyıl seyyahları Moğolların ateşi kutsal saydıklarını anlatırlar. Ateşin temizleyici özelliği olduğundan zararlı ruhları uzaklaştırır. Bizanslı elçiler VI. yüzyılda iki ateş arasından geçirildikten sonra hakan huzuruna çıkarıldılar. Bu adet Moğollar arasında da cari idi. Rus prenslerinin Batu Han veya onun torunları huzuruna çıkabilmek için, önce iki ateş arasından geçmeleri gerekiyordu.
Diğer tabiat kudretlerinin, unsurlarının ve mevsimlerin de ayrı ayrı tanrıları vardı. Talî derecedeki tanrılar arasında Türk yazıtları dişi Umay tanrı adını defaatla anarlar. Bugün de çocukları koruyan veya onların ölünce kuş olup uçan canını alıp götüren ruhlara inanılmaktadır.
Uçmak (cennet) de gökün yüksekçe bir katındadır. Orada iyi ruhlar ikamet eder ve Tanrı ile insan arasında şefaatçidirler. Ruh âleminin üyeleri doğumdan ölüme kadar insanla ilgilenirler. Aralarında meselâ, bugünkü Altay Tatarlarında koruyucu melek vasfını taşıyan yayuçı ve fenalık getiren körmüs vardır.
Aşağı dünyada bulunan cehennem, fena ruhların zarar getiren cinlerin yeri olup, Erlik de mutlak hakimidir.
Yeryüzünde insanlardan başka yer ve su (sub) vb. gibi kutsal cinler (ilâheler) vardır.
İnsanlar doğrudan doğruya Tengri’ye yalvarmaz, talî tabakalardaki tanrılar, yahut uçmağa (cennete) ulaşan cedlerinin ruhları aracılığı ile dileklerini bildirirler. Bu dileğin ulaştırılmasına da ancak şaman salâhiyattardır. Çin kaynaklarının 519’da verdiği bir habere göre, bir kadın şaman Juan-juan (Avar) prensi ile göğe uçar Psihopat şaman, sarhoş edici tütsüler arasında, dinî ve son derece yorucu rakslarla “epileptik” sar’a nöbetleri geçirerek baygın hale gelir ve bu anda bazı hayaletler gördüğünü sanır, ruhlar âlemine ve gök tabakalarına ulaşır. Hastalığı getiren cinleri koğacaksa, onlarla mücadele eder vb. Şaman raksı cinlerle yapılan savaşın dramatize edilmesinden ibarettir. Şaman’ın ışık ve sıcaklık, karanlık ve don ülûhiyeti tabakalarında bulunuşuna göre “ak ve kara şaman” mefhumu teşekkül etti. Bunlar kendileri de ölümlerinden sonra ruhlar âlemine karıştılar. Birbirleri ile mücadelelerinde şekilden şekle girmeleri, kahramanların (alpların) icraatı ile ilgili gelenekler içinde mezcolunarak halk destanlarının (epik) renk kazanmasında müessir oldular.
Macarların da Hıristiyan olmadan önceki inançları büyük ölçüde yukarda tasvir olunanlara uyar. Şaman (kam)ın şekil değiştirmesi, halk masallarında olduğu gibi tabiat üstü kudretle alev veya hayvan kılığına bürünmeleri Macarların taltoş’unda da görünmektedir. Şamanlık Finn-Ugur kavimleri arasında da yaygın olmakla beraber taltoş sözü aslında Türkçe olmalıdır. Şöyle ki, eski Türkçe tal- “kendinden geçmek” mânasına gelir. Meselâ: Talgan ig “bayılma hastalığı-epilepsia”. Bu kökten gelebilecek talıt (bayılma) demektir. Nitekim Türkçe “bay ve bag” sihir sözünden eski Macarcaya bâjos (okunuşu: bâyoş=sihirbaz) geçmiştir. Macarca büdür (asıl mânası sihir=magia). Macarca orvos (okunuşu orvoş, hekim mânasına) Türkçe arvışçı dan (sihirbaz) çıkmıştır. Macarca bölcs (okunuşu bölç) Türkçe bügüçi (sihirbaz) demektir vb. Aynı vechile Macarca kutsal mânasına gelen egy (ondan müştak egyhâz=mabet, kilise); boszorkâny (cadı karı) Türkçe karşılığı basırkan; sârkâny (okunuşu şârkâny=ejderha) Türkçe karşılığı ağlebi ihtimal sazagan; ige, igez (sihir) Moğolca karşılığı üge, aynı kategoriye girer.
Macarcada bazı eski din unsurlarını ancak dil malzemesinden, halk masallarından ve Gyula Lâszlo’nun araştırmalarına dayanarak eski mezar buluntularından bulup çıkarmak mümkündür. Eski Romanya’nın kuzeyinde ise, episkopos Bandini’nin de tasdik ettiği gibi, XVII. yüzyılda bile Kumanların ve Tatarların bir hatırası olarak Ortodoks Rumenler arasında kesin olarak şamanlık yaşıyordu (Oradaki Katolik olan Macarlarda artık kalkmıştı). Rus Ortodokslarında ve sektarî mensuplarında da şamanlık izleri XX. yüzyıl başlarına kadar sezilmektedir.
Doğuda Hint ve Çin kültürlerine de şamanlık sızmıştır. Bilhassa Çin’de buna ait bir sürü belge göstermek mümkündür. Hunlardan itibaren, Türk olmaları muhtemel topa’lardan Wei sülâlesinin başlangıcında, devletin büyük dinî merasimlerine kadın şamanlar da katılırlardı (Eberhard: Ç. Ş. K. 228). Thrakların Zalmoxis’i ve Delfi kâhinleri de bununla ilgili şamanlardır. Skitlerde şamanlık izleri olduğunu ise Skit asıllı Abaris bahsinde zikrettik. İslâm dünyası bile şamanlık tesirlerinden azade kalamamıştır. Orta Asya’da çıkan ve en eski mistik (tasavvuf?) tarikat olan Yeseviye, başlangıçta Rüfaiye tarikatı da kısmen şamanlığa dayanırlar (bk. Fuat Köprülü). Kadınlar merasime tesettürsüz katılırlar, öküz de kurban edilir. Bir efsaneye göre Yesevi ve şagirdleri kuş şekline girerek uçabiliyorlar. XIII. yüzyıl sonunda İlhânî sarayında büyük tesiri olan Türk mutasavvıfı Barak Baba, muasır Arap yazarlarının tariflerine göre, tipik Altaylı kam veya Kırgızların baksıa tam kendisidir.
Prof. Dr. László Rásonyi, Tarihte Türklük.