Tarihte Türkler Hangi Coğrafyalarda Yaşamışlardır?

Eski ve Orta-çağlar dünya tarihinde bilhassa Türk toplulukları için karakteristik olan büyük göç hareketlerinin başlangıç devri yukarıdaki incelemeler ışığında artık oldukça aydınlık kazanmıştır. Bundan 40 yıl kadar önce ilim adamları M.Ö. 4. asırda Gobi’nin güneyi, Kan-su, Huang-ho dirseği dolaylarında görülen Türklerin (askerî, ekonomik özellikleri, dil, din ayrılığı vb. dolayısiyle) dışarıdan geldiklerini belirtmişlerdi. Son zamanlarda varılan arkeolojik ve antropolojik neticeler ise, daha çok “Asya Hunları” diye tanınan bu Türk kütlelerinin anayurt bölgesinden çıkış tarihini ve göç yönlerini tesbite imkân vermektedir. Yukarıda söylendiği gibi, “Taş Devri’nin ilk çağlarından beri” Altaylar-Sayan dağlarının güney-batı kısmında yaşayan brakisefal beyaz ırk, Afanasyevo kültürünün gelişmesi ile karakteri daha belirli hâle geldiği sezilen “Andronovo insanı”nın temsilcisi olarak S. V. Kiselev ile S. S. Çernikov’un teshillerine göre, “göçebe ve savaşçı” kütleler hâlinde, M.Ö. 1700’den itibaren, etrafa hâkim olmağa başlamış ve sonraki iki asır içinde Altaylar’ı ve Tanrı dağlarını kaplamıştı. Diğer taraftan, aynı ırk mensuplarının, yâni proto-Türklerin (Türklerin atalarının) bir kısmı bugünkü Kazakistan üzerinde Mâveraünnehr’e kadar yayılarak oradaki dolikosefal “Akdeniz” ırkları ile temas kurarken, batıya doğru açılan gruplar da Ural (Fin-Ugor) kavimleri ile bağlantı sağlamışlardı3 ki, bu durumun, yukarıda belirtildiği üzere M.Ö. 1500’lerde bir yandan Ural dili, diğer yandan İn-do-Avrupa dilleri ile Türkçe arasında kelime alış-verişini gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır.

Proto-Türk yayılması veya genişlemesinin yönünü ve zamanını çeşitli yerlerde görülen Andronovo kültürü özelliklerine bakarak takip etmek mümkündür (bk.aş. Bozkır Kültürünün Menşei: Altaylı Nazariyesi). Buna göre, Türkler M.Ö. 700’e kadar Altaylar’a yerleşirken, bir yandan da, belki M.Ö. 1100’lerden itibaren, kalabalık kütleler hâlinde, Çin’in ku-zeybatısındaki Kan-su, Ordos bozkırlarına doğru kaymağa devam etmişlerdir. Çünkü burada, güney Çin menşeli olup, tarıma dayanan Lung-shan adlı eski kültür yerine, Moğollar ve Tibetlilere nisbetle Türklerin daha tesirli müdahalesi sonucunda farklı bir kültür meydana gelmiştir. “Yang-shao” diye .anılan -ve bugünkü Çin kültürünün esasını teşkil eden- yeni kültürde, bunun siyâsî alanda belirtisi olan Chou devleti (M.Ö. 1050-256)’ndeki görüntülerinden anlaşıldığı üzere, iktisadî (at besleme), dinî (gök kültü), idarî (gelişmiş askerî karakter), san’at (hayvan üslûbu) vb. gibi aslî Türk unsurları müşahede edilmiştir.

Sonraki Çin kayıtlarında “Hiung-nu” adı ile gösterilen topluluğun çekirdeği şüphesiz bu Asya Hun (Türk) kütlesidir. Yang-shao kültürünün başta gelen bir özelliği olarak boyalı keramiği gösterilmektedir ki, bu tür keramiğin daha ziyade Ön-Asya menşeli oluşu bu iki bölgenin münasebetlerini ortaya koyar. Bağlantıyı sağlayan unsurun Türkler olabileceğini ileri süren W. Eberhard’ın düşüncesi daha sonraki kazılarla desteklenmiş gibidir. Nitekim, “Andronovo kültürü”nün üç köşe veya “meander” şeklindeki basma desenlerle süslenmiş keramiği, M.Ö. 2. binde yavaş yavaş “Andronovo kültür çevresi”ne giren Harezm’de (Uzboy kültürü) aynen mevcuttu38. Böylece M.Ö. 1300-1000 sıralarında bir kısım Türklerin Türkistan sahasında bulunduklarına ve bu bölgenin daha sonra Hind-Avrupalılara geçtiğine dair görüş39 kuvvet kazanmış oluyor. Esasen tarihî devirlerde Mâveraünnehr’de yaşadığı bilinen Sogd bölgesi halkının atalarının (ihtimal Alp Er Tunga’nın hükümdarlık ettiği eski Kang-kü halkı)40, Ceyhun güneyi, İran, Pamir ve Afganistan’daki dolikosefallerden ayrı ve Altay brakisefalleri ile çok yakın akraba olan “Tûranid ırk” (V.V. Girnzburg, 1950) veya “iki nehir arası tipi” (İ. Schvvidetskiy, 1950) olduğu belirtilmiştir.

“Andronovo kültür çevresi” daha M.Ö. 2. bin ortalarında oldukça genişlemiş durumda idi: Doğuda Baykal gölü ve Selenga kıyılarına, güneyde Tanrı dağlarına, güney batıda Kazakistan’a ve Harezm’in güneyine, batıda Sibirya üzerinden Don nehrine kadar yayılmış ve Andronovo’nun özelliklerinden olan at ve koyun besleme bütün buralarda görülmeğe başlamıştı4″. Saydığımız yerlerde kenarlardan merkeze gittikçe kuvvetlenmek üzere Andronovo kültürü devam ederken ve bu kültür Çu vadisi, güney Moğolistan ve Batı Çin (Ordos bölgesi) ile sıkıca bağlı bulunurken (K. Jettmar, 1951; Kiselev, 1951), merkezdeki bir kesinti dikkati çekmektedir: “Karasuk” adlı buluntu yerinin (Minusinsk havalisi) temsil ettiği bu kültür Andronovo’dan farklı idi. M.Ö. 700’lerden itibaren güney Sibirya’yı, Baykal bölgesini, Moğolistan’ı, Yedisu havzasını tesirine alan Karasuk kültürü , Çin ile Rusya arasında teması sağlayan kavimler kütlesine aitti ve diğer taraftan, bu tarihlerde mongoloid bir ırkın Yenisey bölgesinde, güney Sibirya’da etnik yönden üstünlük kazandığı görülüyordu.

Yine Karasuk kültürü zamanında Türkistan ve Harezm’e İran’dan bazı kütlelerin geldiği seziliyordu44. Demek ki, Altay-Sayan dağlan güneybatısındaki (Tuva-Minusinsk-Abakan bozkırları) anayurt sahasını âdeta boşaltan proto-Türkler doğuda Ordos’a doğru ve batıda Volga’ya, Karadeniz’in kuzeyi düzlüklerine doğru olmak üzere iki kısma ayrılmışlar ve güney-batıda da Asya’nın kuzey-batısına doğru yönelmişlerdi. Bu coğrafî ayrılık aslî Türkçe’de de bazı değişikliklerin meydana gelmesine, lehçelerin doğmasına yol açmış görünmektedir. Nitekim Gy. Nemeth önce iki büyük Türk lehçesini tesbit etmiştir. Biri y’li Türkçe (Doğu Türkleri lehçesi), diğeri B Türkçe (Yakut ve Çuvaş Türkleri lehçesi). (Farklar bilhassa kelime başlarında görülür: Doğu Türkçesi’nde yedi /7/, Yakutça’da sette, Çuvaşça’da süte: Doğu Türkçesi’nde yaka, Yakutça ve Çuvaşça’da sağa, suga vb. Yakutların kendilerine “Saka” demeleri de bu y-s farkındandır). Yakutlar şimdiki uzak kuzey-doğu Sibirya’daki yurtlarına bu tarihlerde çekilmiş olabilirler, çünkü dilleri çok zor anlaşılacak kadar değişen Türk kavmi budur45. Bir müddet birlikte yaşayan bu iki Türk kavminden Çuvaşların ayrılarak batıya yöneldikleri, yahut Yakutlar şimdiki yurtlarına çekilirken, bugün Çuvaş dediğimiz kütlenin Ural dağlarının güneyine doğru geldikleri, Çuvaş lehçesinin aynı zamanda Batı Türkçesi özelliklerini taşımasından anlaşılıyor46. Zira, Türk lehçelerinde ikinci büyük farklılaşma z ve r seslerinde vukua gelmiştir47. Doğu Türkleri (Hunlar; Tabgaçlar, Gök-Türkler, Uygurlar, Sabarlar /kısmen/, Hazarlar, Peçenekler, Kumanlar, Oğuzlar ve dolayısiyle Azerbaycan, Irak, Suriye, Anadolu ve Balkan Türkleri) zTı Türkçe konuşurlarken, Batı Türkleri (Ogurlar, Bulgarlar ve Çuvaşlar) r’li lehçekleşmişti.

Batı Türklerinden bir kısmının M.Ö. 5.-3. asırlarda Hazar- Volga etrafında ve hattâ daha batıdaki bozkırlarda İranı asıllı İskitlerle birlikte ve ihtimal hâkim zümre olarak (“Kralı İskitler”) yaşadıkları50, bir kısmının da, M.Ö. 3. asırda kurulan Asya Büyük Hun imparatorluğuna dahil olarak İç Asya’nın kuzey-batı bölgelerinde iken, daha sonra batı Sibirya’ya doğru yollandıkları anlaşılmaktadır (bk. aş. Ogurlar). Diğer taraftan Hindistan’ın İndus-Pencâb havalisine doğru ilk Türk hareketinin M.Ö. 1. bin başlarına rastladığı tahmin edilmiştir . Daha eski tarihlerde Türklerin İran yaylası üzerinden Mezopotamya’ya inmiş olmaları da mümkündür.

Bunlar ilk “medenî” kavim sayılan Sümer’lerdir ki, dilleri, Sâmî veya Hind-Avrupaî olmayıp, Türkçe’nin dahil bulunduğu “bitişken” gruptandır. Ancak Sumerlerin menşei meselesi halledilmemiş, daha doğrusu, aslen Orta Asyalı ve muhtemelen Türk soyundan geldikleri ilim dünyasınca henüz kesinlikle kabul edilmemiştir53. Milâd’dan Sonra’ki asırlarda vukua gelen Türk göçlerine katılan boylar ve göç zamanları hakkında oldukça kesin tarihî bilgilere sahip bulunuyoruz: Hunlar Orhun bölgesinden güney Kazakistan bozkırlarına, Türkistan’a (1. asır sonlan, 2. asır ortaları) ve Avrupa’ya (375 ve müteakip yularda); 350’lerde Uar-hun’lar Afganistan ve kuzey Hindistan’a (Ak Hun-Eftalitler); Ogurlar güney- batı Sibirya’dan güney Rusya’ya (461-465 yılları) Oğuz’lar Orhun bölgesinden Seyhun nehri kenarlarına (10. asır) ve sonra, Mâveraünnehir üzerinden İran’a ve Anadolu’ya (11. asır); Avar’lar Batı Türkistan’dan Orta Avrupa’ya (6. asır ortası); Bulgarlar, Karadeniz kuzeyinden Balkanlar’a ve Volga nehri kıyılarına (668’den sonraki yıllarda), Macarlarla birlikte bazı Türk boyları, Kafkaslar’ın kuzeyinden Orta Avrupa’ya (830’dan sonra); Sabarlar Aral’ın kuzeyinden Kafkaslar’a (5. asrın ikinci yarısı); Peçenek, Kuman (Kıpçak) ve Uzlar (Oğuzlardan bir kol) Hazar denizi kuzeyinden Doğu Avrupa ve Balkanlar’a (9.-11. asır), Uygur’lar, Orhun nehri bölgesinden İç Asya’ya (840’ı takip eden yıllarda) göç etmişlerdir.

Bunlardan özellikle Hun ve Oğuz göçleri, hem uzun mesafeler katetmek suretiyle yapılmış, hem de çok mühim tarihî sonuçlar vermiştir. Bu göçleri, yeni vatan kurma maksadını güden büyük çapta fütuhat karakterize eder. Türk göçlerini belirli gayelerden yoksun ve sonu meçhul birer macera girişimi olmaktan kurtarıp başarılı şekilde hedeflerine ulaştıran başlıca sebep de hemen bütün göçlerin Türk hükümdar ailesi mensupları tarafından sıkı bir disiplin altında sevk ve idare edilmesidir. Böylece eski Türk hükümranlık anlayışına göre (bk. aş. Kültür) kutsal sayılan hanedan üyelerinin başta bulunması, onlara karşı duyulan saygı ve bağlılık dola-yısiyle, Türk kütlelerinin, hareket birliklerini muhafaza ederek çeşitli iklimlerde tarihî misyonlarını gerçekleştirmelerini mümkün kılmıştır.

Tarihte Türk yayılmalarının diğer bir şekli de “sızma” diyebileceğimiz yoldur ki, kendi ülkelerinde iktisadî sıkıntı içinde kalan bazı kalabalıkça boy parçalarının veya ailelerin veya sağlam yapılı gençlerin yabancı devletlerde hizmet almaları suretinde belirir. Bu şekilde dahi Türklerin katıldıkları topluluklar içinde üstün bir kabiliyet göstererek askerî kuvvetlere veya siyâsî hayata hâkim oldukları, hattâ devletler kurdukları bilinmektedir (Meselâ Mısır’da, Hindistan’da, aş. bk.)55. Türklerin gerek “fütuhat”, gerek “sızma” vasfında olsun etrafa yayılmaları şüphesiz her zaman kolay cereyan etmiyor, bazan şiddetli çatışmalara sebep oluyordu. Bu durum, ağır darbelere mâruz kalan yabancılar tarafından Türklerin sevimsiz karşılanmalarına yol açıyordu. Bozkırların coğrafî şartlan icabı haşin, sert, iradeli ve mücadeleci bir ruh hâline sahip, fakat aslında iyi, haksever ve âdil insanlar olan Türkler hakkındaki hayal mahsûlü türlü suçlamalar bundan ileri gelmiş olmalıdır. Eski dünyanın üç büyük kıt’asında görülen geniş Türk yayılmalarının pek ciddî sebeplere dayanması gerekir.

Tarihte göçler konusunun araştırıcıları, en ilkeli dahil, hiçbir kavmin kendiliğinden ve keyif için yer değiştirmediğini, oturulan topraktan ebediyen ayrılmanın bir insan için çok müşkül olduğunu ve göçlerin ancak bir takım zaruretler yüzünden vukua geldiğini göstermişlerdir56. Tarihî kayıtlarda Türk göçlerinin de iktisadî sıkıntı, yâni Türk anayurt topraklarının geçim bakımından yetersiz kalması dolayısiyle olduğu belirtilmiştir.

Büyük ölçüde kuraklık, nüfus kalabalıklığı ve otlak darlığı Türkleri göçe mecbur etmiştir. Tabiat verimlerinin kısırlığı dolayısiyle, nüfusu beslemeğe kâfi gelmeyen bozkırlarda, cüzî ziraat dışında, ancak hayvan yetiştirebilen Türklerin normal bir hayat sürebilmek için, çeşitli gıda maddeleri, giyim eşyası vb. gibi başka iktisadî vasıtalara da ihtiyaçları var idi ki, bunlar, iklimi elverişli, tabiat servetleri zengin ve o çağlarda pek az nüfuslu komşu ülkelerde mevcut olup, yeteri kadar faydalanılmadan toprakta yatmakta idi. Türk tarihine dâir kayıtlarda göçlerin ve alanların başlıca sebebi olarak zikredilen bu hususlar Türklerin yalnız başka memleketlere yönelmelerine değil, bazan iktisadî ve ticarî yönden nisbeten daha fazla imkânlara sahip diğer Türk topraklarına saldırmalarına da sebep oluyordu.

Böylece tarihî devirlerde Türklerden bir kütle başka bir Türk zümresini yerinden çıkararak göçe mecbur etmiştir (Meselâ 9.-11. asır göçleri). Gerek bu şekilde, gerek yabancı ağır dış baskıya mâruz kalan (Meselâ 5. asır Ju-an-juan baskısı; 11. asır Moğol K’i-tan hücumu) Türkler, tâbiiyeti kabul edip istiklâlden mahrum kalmaktansa, memleketi terk etmeği tercih ediyorlardı. Yerleşik kavimler tarafından gerçekleştirilemeyen bu durum, bozkırlı için mümkündü (bk. aş. Kültür: Ülke). Türklerin birbiri arkasına çeşitli yönlerde yayılmalarında kolaylık sağlayan başka bir âmil de Türk maneviyatının sağlamlığıdır. Zaruret neticesi de olsa, bilinmeyen ufuklara doğru akmak, her ân karşılaşılacağı aşikâr tehlikeleri göğüslemeğe hazır bulunmak ve aralıksız bir ölüm-kalım savaşı içinde yaşamak, her millet için tabiî sayılacak bir davranış değildir.

Türklerde açık şekilde müşahede edilen ve onların tarih boyunca, hareketli bir topluluk hâlinde sürekliliğini mümkün kılan bu ruhî zindelik, başarılarla birlikte daha da artmış, her askerî muvaffakiyet yeni bir siyâsî hedefe yol açmış ve ülkeler zapt edildikçe yeni fetih arzulan kamçılanmışttr. Bu durum Türklerde, zamanla, dünyayı huzur ve barıfa kavuşturmayı gaye edinen bir fütuhat fekefesi ve her yerde âdil, eşitlikçi Türk töresini yürürlüğe koymak üzere bir cihan hâkimiyeti ülküsü doğurmuştur.

Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü (Türk Yayılmaları)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir:

Başa dön tuşu