İlk Osmanlı Sultanları ve Fütuhatları – Zeki Velidi Togan

Orhan Gazi’nin 1326 yılında Bursa’yı fethedip 1327 de ilk sikkesini darbetmesiyle başlanan Osmanlı devletini kurma işi, onun vefatından sonra oğlu Birinci Murad (1359-89), bunun oğlu Yıldırım Bayazid (1389-1402), soma bunun oğulları Emir Süleyman ve Çelebi Mehmed (1403-1421), Çelebi Mehmedin oğlu İkinci Murad (1421-1451) ve sonra bunun niz ve Karadeniz’i birleştiren büyük bir deniz devleti, ayni zamanda Anadolu ile Rumeli’yi ve Balkanları birleştiren büyük bir Avrasya kara devleti kurulmuş oldu ve Fatih Sultan Mehmet te kendisini «iki deniz ve iki kara sultanı» (sultan al-barreyn ve ‘İ-bahreyn) tesmiye eder oldu.

Orhan Gazi 1330 yılında İznik’i zaptettikten sonra, 1336 da Karası beyliğinin çoğunu da kendi memleketine ilhak edip Marmara havzasına malik oldu. Bundan sonrası, artık daima zaferle biten fütuhat süsilesidir. Orhan Beği istiklal yoluna sevkeden hadise, 1327. de Temürtaş Noyanın Rum beğlerbeğliğinin sona erip Anadolu’nun idaresinde gevşeklik ve dağdma prosesinin başlanması ve nihayet 1335 te Ebu Sa’id Hanm vefatiyle memleketin here ü merc yoluna girmesi olmuştur. Bundan önce Osman Beğ ve oğlu Orhan, Bizansldara karşı yddırıcı olmakla beraber, İlhanldara karşı muti’ ve munkad kalmışlardır.

Bidayette Kastamonu emirlerine, sonra Germiyan oğullarına tabi olduklarından tarihlerde adları geçmez:

İlhanlı Emir Çoban, 1314 te, Sivas yanındaki Karanbük’te Anadolu beylerini topladığında Osman Eeğ, «Germiyan oğluna tabi olup onunla beraber gelen beyler» sırasına dahil olmuş olsa gerektir. Temürtaş Noyan kendisi bazan Kayı beylerinin de yaşadığı Sakarya havzasında kışlamıştır. Ve Osman Beğin Temürtaş Noyan’a vergi te’diye ettiğine dair kayıt ta vardır.

Verdiği malümatlar 1330 senelerine ait olan müverrih ABU’L-FİDA / Rum ve İstanbul hududundaki ayrı teşekküller sıfatiyle Candaroğlu Süleyman Paşa’nın Kastamonu beyliğini, Karamanoğlu ve Hamidoğlu beyliklerini zikrettiği halde. Orhan Beyin idaresinde olan bir beylikten haber vermemiştir. Çobanoğulları zamanında tertip olunan ve 1349-50 yıllarına ait bütçe cedvelinde bütün «Memalik-i Rum al-mahrusa» nin vergileri Hoca Necmeddin Cüveyni’ye «mukata’a ve zıman yoluyla» verildiği kaydolunurken, Orta Anadolu vilayetleri «al-Vustaniye» (yani orta vilayetler) ismiyle; Karaman, Germiyan, Egridür, Hamidoğlu, Orhan, Sinob, Denizli,. Gerede – Bolu, Umurbey, ve Kastamonu da «al-Ucat» umumi ismiyle kaydedilmişlerdir. Yani Orhan Gazi de, Tebriz’de İlhanlı hükümetinin devamını teşkil eden Çobanlılara ve onların hanı Enüşirvan’a vergi veren beyler arasında zikredilmiştir.

Orhan Beğ’in DEVLET TEŞKİLATI basitten mudile doğru gelişmiştir. Orhan Gazi 1334 yılında Bursa’da yaptırdığı camiindeki kitabesinde kendisini «emir-i kebir» ve bir de «gazilerin sultanı» (sultan el-guzat) tesmiye etmiştir, ki bu, diğer Uc beylerinin de kullandığı mütevazi bir ünvandır. 1324 yılında yazdığı Mekece vakfiyesinde olduğu gibi, 1348 tarihine temlik-namesinde de Orhan Gazi hiçbir unvan taşımayip, meskükatmda da görülen «Orhan bin Osman» sözünü tuğra yerinde kullanmıştır. Vakıfnamesinin metninde de kendisini «men ki Şucaeddin Orhan bin Fahreddin Osman’ım» diye tesmiye etmiş olup, vesikada şahit sıfatiyle isimleri geçen kardeşleri ve oğulları için dahi hiçbir unvan kullanmamıştır. Fakat temliknamesinde kendisine nisbetle «Khudavendikar» unvanını kullanmış olduğu gibi, büyük oğlu Süleyman ile veziri Hacı Paşa’yı paşa, diğer üç oğlunu da bek unvanlariyle zikretmiştir. Bu khudavendikar’ın, Selçuklu vezirleri ve kumandanları için de kullanılan bir ihtiram unvanından ibaret olduğunu, HASAN BN ‘ABD ÜLMÜ’ınİN AL-KHOYi’nin yukanda isimleri geçen eserlerinden öğreniyoruz. Bu unvan somadan hünkar şekliyle de maruf ölmüştür.

Orhan Beğ sadece Uc beylerinden birisi olduğu için. Bursa fethine kadar kendisine tabi beylerin ve devlet memurlarının kadrosu, ancak bir İlhanlı sancak yahut bölük beyliği kadrosundan ileri gitmemiş olduğu görünüyor. Noyan gibi yüksek İlhanlı unvanı, Orhan Beğ tarafından Germiyan beğine yazdan bir mektupta, bu beye hitaben, kullanılmış imiş; ben bu mektubu görmedim, ihtimal Germiyanoğluna nisbetle böyle bir unvan kullanılmıştır. Söğüt beylerinin bildiği devlet idare kadrosu, saltanat kurulunca, bazı eski Selçuklu ve kendilerine muasır Mısır müesseseleriyle ikmal edilmiş; fakat bunda da sultan’dan sonra gelen büyük rütbeler mesela vezirlik görülmüyor. Herhalde diğer Türk camialarında olduğu gibi, Osmanlı teşkilatçılığında da esas, her Türk camiasında çekirdek halinde mevcut olduğunu yukarıda (b.t. 106 – 107) anlattığımız devletçilik taslağını genişletmek olmuştur. Mesela paşa, yeniçeri, solaklar, baltacılar, tornacılar, bostancılar gibi müesseselerin muahhar Osmanlılarda aldığı geniş şekil, Orhan Beğ için henüz tamamiyle yabancı idi. Orhan Beğ teşkilat hususunda Bizanstan bir şey almamıştır. Oğullan devrinde bile (Fatih’e kadar) alay, monopol, martoIos ve efendi gibi tek tük Rumca tabirlerden başka bir şey girmemiştir. Zaten Orhan Beğ’in Bursa ve İznik tekfurlarından öğreneceği birşey yoktu; ondan sonra İstanbul’un fethine kadar geçen devirde ise, Osmanlı devleti teşkılatı artık tam olarak kurulmuş bulunuyordu Askeri teşkilat, .toprağın idaresi, divanda inşa usulü kaideleri, arazi tahriri şekilleri, idari taksimat, ikta’ sistemi, mali sistem en çok İlhanlı usulünde idi. Mali idarenin ve defterdarlık usulünün nümunesi olan bir İlhanlı eserinin, Saadetname’nin Ayasofya kütüphanesinde (N. 4190) bulunan nüshası, Orhan zamanında h. 737 yılında yazılmış olduğu halde, Konya’da Yusufağa Kütüphanesinde (N. 1756) bulunan nüshası h. 815 yılında yani Çelebi Mehmed zamanında Bursa’da yazılmıştır. Murad I 1366, Süleyman Beğin 1404 ve Fatih’in 1461 yıllarına ait «muafiyet» (tarhanlık) vesikalarında «tekalif-i divaniden ve ‘avariz örfiden, ulaktan, segbandan ve tuğanci zahmetinden salgundan muaf» sözleri Osmanlı teşkilatını nereden geldiğini şüphe götürmez şekilde gösteren delillerdir. Çünkü İlhanlı ve Calayır vesikalarımda bu «tekalif-i divan ve avariz» haricinde ahaliye ağır gelen angariler olarak barsçı ve kuşçı zahmetleri muafiyet maddeleri sıfatiyle ayrıca zikrolunmaktadırlar. Yalnız İlhanldardaki «barsçılar», Osmanlılarda «segban» ile ifade edilmiştir. İlk Osmanlı kayıtlarında paraya nisbetle kullanılan «sim-i rayic», «vucüh-i dirhem, dinar» tabirleri de İlhanlılar zamanında kullanılan tabirlerdir. Selçuklulardan gelen ıstdahların çoğu İlhanlılar ve Memlükler için de müşterektir, Selçuklu vali, çaşnigir ve sübaşı tabirleri bu kelimelerin İlhanlılardaki karşılıklarının yerini tutmuştur. Bazı İlhanlı ve Selçuklu tabirleri sadece Türkleştirilmiştir.

Osmanlılara geçen İlhanlı devletçilik an’anelerinin başında «şeriat» ile muvazi «kanun» (yasak) yaşatmak ve vergilerden «tamga» ile bir de ismini «koyun hakkı» şekline değiştiren «kopçur» ve askeri ikta’ sistemi gelmektedir. Orhan Beğ zamanında şekli itibariyle tam bir İlhanlı sikkesi olan 6 kıratlık gümüş küçük akça 1,152 gram ağırlığındadır; bu ise İlhanlı Gazan’ın 1,152 gramlık «yarım dank» ının aynıdır. MiskaTı yalnız mücevherat ve altın ölçüsü için esas tutarak, muamelede dirhem (direm) kullanmak da Tebriz usulüdür. Akça (dirhem) in 24 e (4 akçanın 96 ya) inkisamı ve bu küçük bakır paralara mangır denilmesi yine İlhanlı usulüdür. Ve bu dirhem 16 kıratlık Tebriz dirhemi olduğu gibi, 7,372 kiloluk Osmanlı batmanı da 737,2 gramlık Tebriz sir’inin on mislidir. Osmanlılardaki ak-bayrağın İlhanlı bayrağı olduğu da malüm bir hakikattir.

Diğer İlhanlı teşkilat ve tabirlerinden de şunları zikredelim:

Dörtlü divan teşkilatının teferruatı, defterdarlığa tabi olan ikta’ sisteminin teferruatı, türe, yasak, tamga, ordu, içoğlan, dışoğlan, ağalar, bahadır, çeri, nöker, kol, bölük, karakol, ugruk, zağarçı, ılgar, cebe, cebeci, cebe-arzı, karavuna, hurc, çete, tünkür (tünkül) çadır, bazan kullanılmış olan yarlıg tabiri (Çandarlı Ali Paşa’da), Müslümanlara karşı kullanılan «muafiyet» tabiri yerine gayrimüslimlere karşı tarhan denilmesi.

Orhan Beğin bildiği devlet nizamı ve kanunu, ancak «türe» ve «yasak» tır. Bu cihetten Osmanlı kanunlarına Mısır müelliflerince «yasak-i Osmani» tesmiye edilmiştir. Osmanlı kıyafetinden «bileğe doğru darlaşan dar yenli Tatar kaftanı» da Mısır müelliflerinin tavsif ettiği bir askeri giyimdir, Fakat Selçuklularca meçhul olup Osmanlılara ancak İlhanlılardan gelen en büyük siyasi umde, yine yasak zihniyeti ve vergideki tamga’dır. Yani devletin esası, şeriat değil bunlardır. Kadı Burhaneddin’in, Yıldırım Bayazıt hakkında «ilim ve faziletten mahrum sade bir Mogol oğlu» demesi Osman Beğin sırf Moğollar hizmetinde olan ve İslam kültüründen uzak birisi diye sandığından ileri gelmektedir; yoksa bu ifade, Osman’ın Moğollarla etnik bir karabetini ifade etmez. Orhan Beğin 1324 yılındaki vakfiyesinde «öşür» tabiri varsa da, bu tabirin İlhanlılardaki kalan mukabili olarak kullanıldığı da malüm olduğundan, tam şer’i öşür mü yahut kalan’ın karşılığı mı olduğunu kestiremeyiz. Herhalde Osmanlılarca Selçuklulardan ve şeriattan alınan teşkilatın, Candarlı Kadı Halil gibi diyanet ehli tarafından sokulduğu bellidir. Osmanlıların tam Türk usulüyle «çekirdek»ten büyüttükleri tipik icadlarından biri de, İlhanlı «noyan» ile Selçuklu «vezir» in yerini tutan (ayni zamanda ailenin babadan sonra büyüğü ve «veliahd» mefhumlarını ifade etmek üzere kullanılan) paşa unvanıdır. Orhan Gazi bunu, tabir o zaman için caiz ise, «veliahd» olan oğlu Süleyman Beğ’e nisbetle olduğu gibi, «veziri» Hacı Paşa’ya ve temliknamesinde sadece «Sinaneddin el-Fakih» tesmiye olunan diğer «vezir» ine nisbetle de kullanılmıştır. Ben bu kelimenin «baş-şad» demek olacağını ve Kıpçaklardan geldiğini zannediyorum. İhtimal bu tabirin Osmanılarda aldığı mana. ile kullanmağa sebeb olan örnek, Sülemiş’in yanında yüksek rütbe aldığını zikrettiğimiz derviş Muhlis Paşa olmuştur. Bu kelime, asıl sekli ne olursa olsun, Türkçedir ve sonradan kesbettiği yüksek mana da Türk tarihi inkişaflarının mahsulüdür. Bu kelime, İran kavimlerinden hiçbirisi tarafından kullanılmamıştır.
İlk Osmanlılardaki Kıpçak tesiri, yanından geçilmesi caiz olmıyan bir keyfiyettir.

Osman Beğ’in Alaeddin Keykubad III. hakkında:

«O sultan ise, ben han’ının» demesi de, Kıpçaklardan (belki de bunların bir oymağı olan Turgutlardan) geçmiş bir tabir olsa gerektir. Çünkü han tabirini Açina-oğullarına has bilmeyip, kabile reislerine de itlak etmek, Kıpçakların adetidir. Bitinya’da Kıpçak olacaklarını ileri sürdüğüm Turgutlar’dan başka dahi Oğuz olmıyan bazı uruğların bulunduğu, o zamana ait kayıt ve rivayetlerden öğrenilmektedir. Osman Beğ zamanında yaşamış olan Yunus Emre’nin şiirlerinde de Kıpçakça sözler vardır. Orhan’ın ve maiyetinin dili güzel bir Oğuzca idi, buna 1348 tarihli temliknamesi Murad Gazi’nin 1385 tarihiyle Termizli Seyyid Büzürg’e ve 1386 tarihiyle Fvrenos beye verdiği beratları da şehadet etmektedir; bununla beraber Enveri’nin Osman Beğ ve oğullarının dilinde diğer Oğuzlarca mutad olmıyan kelimelerin bulunduğunu mesela: güvey yerine Mogolca küregen kelimesinin kullanıldığını zikrettiğini de unutmamak icab eder. «Zengin» manasında «bay» tabiri de Kıpçakçadır. Demek ki, konuşma dilinde şive farkları ne olursa olsun, edebi dil Selçuklu Oğuzcası olmuştur.

Orhan’ın memleketi küçük olup iddialı ulemanın nüfuzu altına daha düşmediğinden, askeri ve sivil idareye ait vaziyet icabı ittihaz ettiği tedbirlerinin tatbik etmekte güçlük çekmemiş; ayni zamanda İlhanlı müesseselerini de kendi memleketinin icablarına göre tadil edebilmiştir. Memleketi kendi evladına vermek için, önceleri silah arkadaşlarına verilmiş olan yerleri ve kasabaları onlar ölünce kendi evlatlarına vermiş; «Yaya» ve «Müsellem» adlarıyla muvazzaf ordu kurmuş; tımarlı süvari teşkilatında da bazı tadilat yaparak memleketi oymak beylerinin keyfine tabi olmaktan kurtarmıştır. «Üsera» müessesesi tam olarak mevcut olduğu gibi, ordu ve devlet memur kadrosu için de üsera bir kaynak olmuş. Umur Bey’in vakıfnamesinde arazi ile beraber üsera’nın vakfı da kaydedilmiştir. Birinci Murad’ın kardeşleri Halil ve İbrahim kendisine muhalefet edince, devleti Osmanlı hanedanına değil, kendi oğullarına ait tanıtmak usulünü yürürlüğe koydu. Üsera’dan «acemi oğlan» ve devşirilen Hıristiyan çocuklarından terbiye ederek «yeniçeri» teşkilatını kurdu. Hükümdarlarla kendilerini emir yahut beğ telkib etmekte devam ettiler. Fatih Mehmed bile «iki kara ve iki denizin sultam» olduğu halde, fermanlarının birinde «ben ki emir-i a’zam Sultan Mehmed Beğim» diye yazmış, bazan «Sultan Muhammed Han sözümüz» şeklinde ilhanlı başlıklarım da kullanmıştır. TURSUNBEY gibi müverrihlerin ifadelerinden anlaşıldığına göre, Fatih zamanı da dahil olmak üzere Osmanlı Sultanlarının hükümranlık seneleri bahis mevzuu olunca mesela «Sultan Murad’ın beğliği zamanında» tabiri kullanılmıştır. Herhalde Osmanlı sultanları için kırallık ve sonra imparatorluk manasını ifade eden tabir, beğ ve bilhassa sultan olmuştur. Arasıra kullanılan han yahut hakan kelimeleri, ancak edebi bir kıymeti haiz olmuştur.

OSMANLILARIN RUMELİNE GEÇMELERİ daha Orhan’ın hayatında oğlu Süleyman Paşa’nın idaresinde, Hacı Elbeği, Yakub Ece ve diğerleri maiyetinde 1357 de vaki olmuştur. Bunlar Gelibolu’yu üs edinerek bir yıl içinde İpsala ve Tekirdağı’nı işgal ettiler, Osmanlılar bir defa girdikleri yerden çıkmadılar, çıktılarsa da yine geldiler ve tekrar zaptettiler. Yani yerleşme kararları kat’i idi. Bu Rumeli fethini hazırlıyan bazı hadiseler de vardır:

Yukarıda anlattığımız Nogay ve San Saltık’ın inkitaa uğrayan hareketlerinden başka Menteşeoğullarının faaliyeti de mühimdi. Bunların «Persler»e (ihtimal İlhanlı kuvvetierine) rehberlik eden «Sahilbeği» .1282 de Mendires’i geçip, 1284 te dağdıp aç kalan Bizans filosu askerleri ile birleşerek Adalar denizi kıyılarını yağma ettiler, hatta bir aralık Rodos’u alıp denizciliğe başlamışlardı, sonra buna Aydınoğlu da iştirak etti. Bu işin böyle devam etmesine ancak Sen-Jan şövalyelerinin 1344 te İzmir’i işgal eylemeleri mani olmuştur, fakat Uc Türklerinde denizcilik artık başlamıştı. Rumeli sahiline sallarla çıktıkları rivayet olunan Osmanlılar için Menteşe ve Aydınoğullarının tecrübelerinden istifade eylemek muvaffalriyetleri için mühim bir rehine Diğer taraftan Rumelinde inkişaf eden hadiseler de onları buraya celbediyordu. Altın-Orda’da şamani Toktagu Han’ın vefatından sonra han olan Müslüman Özbek Han Tuna taraflarında Nogay’ın şehadetinden sonra çoğalan Bizans ve Slavların nüfuzunu kırarak tekrar Müslüman Türklerin baskısını arttırmağa başlamıştı. Onun orduları 1319 da Tunayı geçerek Edirne’ye kadar geldiler. Ayni Özbek Hanın orduları 1324 te Bulgar kralı Sventoslav’ın ölümünden sonra, kral Georg Terter’e (Bizansa karşı) yardım bahanesiyle Trakya’ya, 1330 da dahi Suplarla olan harbinde bu Terter’e yardım bahanesiyle Köstendil’e kadar ilerliyerek bu ülkenin her tarafını yağma ve talan ettiler: Bu zamanda Özbek Han ile Mısır memlükü Seyfeddin Ebabekir arasında elçiler mütemadiyen gidip gelirdi.. Bu arada Çanakkale’ye ve Marmara sahillerine uğrayıp geçen bu elçiler ile sayısının pek çok olduğunu Mısır kaynaklarından öğrendiğimiz Kıpçak Ulusu hacdan, Orhan Gazi’ye ve maiyetine: «Biz o yandan, siz de bu yandan kafiri vuralım» diyerek teşvikatta bulunmuş olmaları pek mümkün ve hatta tabiidir.

Özbek Han, Rumelinde Müslümanların önce aldıkları yerlerini iade etmekte kusur etmedi: verdiği malümatın 1330 senelerine ait olduğunu yukarıda anlattığım ABUL-FİDa, İsakça ahalisinden çoğunun Müslüman olduğunu ve Tırnova ahalisine «Avlak» denildiği gibi «Burgal» (yani Bulgar) da denildiğini kaydetmiştir, ki bunlar eski Hıristiyan ve artık Slavlaşmış Türkler olup Şamani akideleri unutmamışlardı. Fakat bunların yanında Tuna boyunda kaim Kuman Kıpçak tabakaları yaşıyordu, ki bunlar da Hıristiyanlık propagandasına kapılmış olmakla beraber, Şamani idiler. Şamanizm bu gibi unsurla Anadolu’dan gelen Türkler arasında bir bağlılık noktası teşkil ediyordu. Ayni senelerde seyahat eden İBN BATTUTA’da kendisi geçtiği sırada Babadağı’nın Müslüman Türkler -idaresinde bulunan son nokta olduğunu anlattığı gibi, burada medfun olan San Saltık’ın kerametlerine dair söylenen rivayetlerin şeriate uymadığını da ilave etmiştir. Buradaki İslamlık Şamanlık ve Hıristiyanlık ile karışık bir halde olduğundan bu rivayetler alim Arap seyyahına böyle bir intiba bırakmış olsa gerektir. Süleyman Paşa ile Ece Yakup ve diğerlerinin Gelibolu’nun fethine hazırlanmaları,-bu çağlara tesadüf etmektedir. Nogay’ın vefatından sonra Bogdan’da Yas (Yaş) vilayetinde kalan ve Hıristiyanlığı kabul eden Tatarlar, 1326-1363 senelerine ait kayıtlardan anlaşıldığına göre, henüz kendi dillerinde konuşuyorlardı. Bu sırada hükümdarları Aleksander isminde bir Tatar beği idi. Yas, As demek-tir; şimdiki Yas (Yaş) şehrine adını veren bu kavmin de ayrı beyleri vardı. Yukarıda da anlattığım gibi, Asların bir kısmı Hıristiyan, diğer bir

kısmı da Müslüman idi. Umumiyetle bu gibi zaruret icabı ve Müslümanlık lehine telkinlerin kifayetsizliği yüzünden Hıristiyan olan Türkler ve Tatarlar, iki din arasında intihap yapmak lazım geldiği zaman. Müslümanlığı tercih ediyorlardı. Bu hususu, Bursa beylerine refakat ederek, onları gazaya teşvik eden dervişler pek iyi biliyorlardı. Süleyman Paşa’ya bu seferinde refakat ettiği rivayet olunan Evrenos Beğ’in de, Kıpçakların Uran kabilesinden olup Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçen bir . Türk olacağı zannolunuyor. Bizanslılarla Burgal (Bulgur)lar tarafından Hıristiyanlığı kabule icbar edilen „ ve sonra Müslüman olan Türkler, İslamiyetin en kuvvetli müdafileri ve gaziler olmuşlardır. Bütün bunlar Osmanlılara Rumelinde yapacakları fütuhat için müsaid şartları teşkil ediyorlardı.

Orhan Beğ’e halef olan Birinci Murad, 1362 de Edirne’yi alarak 1366 da onu başkent yaptı. Bizanslılar taht kavgasından kurtulamadıkları gibi, Balkanlardaki Slavlar da biribirine girmişlerdi. Kendileri zaten kuvvetsizdi. Temür, bunlar üzerinde zafer kazanmayı bir kahramanlık saymanın bile doğru olmadığı fikrinde idi. Osmanldar bundan da istifade edeceklerdir. 1371 de Sırplar Makedonya’dan çıkarıldılar. 1385-86 da Sofya ve Niş işgal edildi. 1389 da Kosova meydanında Sırplar, Macarlar, Bosnalılar ve Arnavutların birleşen kuvvetleriyle olan savaşta Murad Gazi şehit olduysa da, kendisine halef olan değerli oğlu Bayazıt harbi kazandı. 1393 te Bulgaristan ve başkenti olan Tırnova Osmanlıların eline geçti. Osmanlıların durmadan ilerlemesi, Avrupa’da dehşet uyandırıp Hıristiyan aleminde haçlı ruhunu yenilendirdi. 1396 da Papa Boniface IX Yıldırım Bayazıd’a karşı Haçlı seferi açtı. Fakat Bayazıt bunları boyundaki Niğbolu’da müthiş bir hezimete uğrattı ve Osmanlı hakimiyetini Rumelide uğradığı tehlikeden kurtardı. Bayazıt artık babaları gibi sadece «gazilerin sultanı» değildi, o gerçekten «sultan-i a’zam» olmuştu. Onun bu unvanı, Mısır halifesine de tasdik ettirmeye hiç ihtiyacı yoktu. Fakat o maiyeti ve tebaaları arasında büyük «beğ» mücahit olmakla sevilmiştir. Onun zaferleri dolayısiyle Avrupa’da hasıl olan heyecan, Haçlı seferlerinin önceleri kabul olunduğu gibi 1296 yılında bitmiş olmayıp, 1396 daki Niğbolu hezimeti ile bittiği, muasır tarihçilerin ileri sürdükleri bir hakikattir. Haçlı seferinin en salahiyetli tarihçisi olan A. SURYAL ATİYA, Osmanlı fütuhatının uyandırdığı heyecan ve telaşlarile Niğbo-lu muharebelerini ve neticelerini elde mevcut bütün vesikalara göre tetkik ederek yakmda iki eser neşretti, ki bu eserler eski Haçlı seferleri tarihlerinin yeniden tetkikinde örnek olacak kıymettedir.

Osmanlıların Rumeli fütuhatı her yerde oldukça muntazam bir iskan siyaseti ile muvazi olarak devam etti. Anadolu’dan getirilen muhacirler askeri ve ticari yollar üzerinde yerleştirildi. Bu muhaceretler, İlhanlı ordusunda-ki «yasaklı» mukabili olduğunu yukarıda anlattığım Yörükler tarafından yapıldı. Osmanlı kolonisasyonu ihtiyari olduğu gibi, Anadolu ahalisinden «sürgün tarhı» şeklinde cebri yollarla ayrılan muhacir kütlelerini yerleştirmek suretiyle de yapıldı. Bu kolonizasyona medeni unsur da geniş mikyasta iştirak etmiştir. Orhan Gazi devrinde Osmanlılar henüz göçebe idiler. İBN KHALDUN, Orhan Bey hakkında: «Osmancuk oğlu Orhan, Bursa’yı başkent yaptı, fakat çadır hayatını saraylara değiştirmedi. O kendi haymeleriyle ovalarda ve dağlarda konardı» demiştir. Uludağ yaylalarına giden ve taşla tefriş edilmiş olan yayla yollarının onun zamanına ait olduğu mervidir. Fakat daha Orhan Gazi zamanında doğudan’ gelen ahalinin çoğu şehir ve kasabalarda yerleşiyordu, yani bunlar göçebe değil yerleşik hayata alışmış Türklerdi. Rumelindeki iskan da, Yörüklerle Coçı Ulusundan gelen Tatar urukları müstesna, medeni Türkler tarafından yapılmıştır. Bitinya’daki iskanın daha 14. üncü asırda bütün kıt’ada, coğrafi isimleri Türkleştirmek yoluyla yapıldığını görüyoruz. Bu çok mühim noktadır ve bunu ispat etmek için elimizde kafi derecede vesaik vardır. Büyük şehirler ve birçok kasabalarda, eski Bizans isimleri muhafaza edilmişse de, bütün bu şehir ve kasabalar da hemen Önasya İslam şehirleri tipindeki şehirler şeklini almıştır. Rumelinde de her yerde zaviyeler kurarak yerleşen dervişlerden çoğunun Horasanlı olduğu rivayet olunmuyor. Bunlar, yukarıda da kısmen anlattığımız, Barak Han, Duva, İsenbuka Hanlar ve şehzadelerden Yasavur ve Kebek zamanlarında Maveraünnehirden Horasan’a yapılan geniş tehcir hadiselerinde batıya atılan ahalinin dalgaları olabilirler. «Rum Abdalları» nın pirleri doğrudan doğruya Buhara’dan gelmiş gösteriyorlar. «Büyük Seyyidler» sülalesinin Termizli seyyidlerden geldiği Murad Gazi’nin bunlara 1385 yılında ver-, diği muafiyet beratından anlaşılıyor. Herhalde Bitinya’ya ve Rumeline gelen unsur, mükemmel bir kolonizasyon unsuru olmuştur. Derviş zaviyeleri kurup oturan müstamereciler ziraat ve hirfetle meşgul oluyorlar, hatta Rumelinde bulunmıyan bazı meyveleri bile getirip yetiştiriyorlardı. Bunların zaviyeleri etrafında yeni yeni muhacir kafileleri gelerek köyler teşkil ettiler. Bu mesele, bilhassa son senelerde başlanan vakıf ve sicil vesikalarının tetkiki sayesinde aydınlanmağa başlamıştır.
İlk Osmanlı sultanları istisnasız değerli zatlar olmuştur. Orhan Beğ bütün vaktini askerliğe, savaşlara ve idare işlerine hasrederdi.

Kendisini ziyaret eden İBN BATTUTA onun hakkında:

«Türkmen meliklerinin büyüğü olup, yüze yakın kalesi vardır, ekser vaktini bu kaleleri yaptırmak ve tetkik etmekle geçirir Her kalede bir müddet kalır, bir beldede bir ay sakin olmadığı mervidir. Ben kendisini fethetmiş olduğu İznik kalesinde gördüm» demiştir. Orhan Beğ ilim seven, ulemaya hürmet eden, hayrattan hoşlanır ve imaret dostu bir zattır. Sadeliği sever, halk arasında yetiştiği hareketlerinden görülür ve imaretinde yemeği kendi eliyle halka dağıtırdı. Bursa’da olduğu gibi İznik’te de kendi namına camiler yaptırdı.

Kendisi en çok saf Türk dervişlerini severdi, bunlar arasında en çok hürmet ettiği şeyhler «Rum Abdalları» denilen ve bilfiil savaşlara iştirak eden meczup dervişlerden:

Abdal Musa, Abdal Murad ve Azerbaycanlı (Hoylu) Geyikli Baba idi. Ahilere de çok yalandı, bunlar fütuhatında kendisine çok yardım ettiler. Oğlu Murad Beğ, Ahiler mezhebine salik olmuştu, hatta kendisi başkalarına da Ahilik kuşağı bağlamıştır. Bunlar, kendisi tarafından Türkçe olarak yazdan vakfiyede kaydedilmiştir.

Ahilik, Batı Türklerine Halifelikten geçmiş, fakat Türk adat ve an’aneleriyle yeni şekiller almış milli bir esnaf teşkilatıdır. Esası ahlaktır. PROF. F. TAESCHNER’in bu mesele üzerinde tetkikatta bulunması, Türklerin ahlak ve din tarihlerine ait birçok meselelerin aydınlatılmasına vesile olmuştur. Çünkü Ahilik iktisat ile maneviyatın ve ayni zamanda siyaset ile askerliğin her birine müessir olan bir yeğitlik telakkisi idi. Murad Gazi de denilen Murad Beğ, derviş gibi olan karakterine rağmen, kahraman bir askerdi, 37 muharebe yapmış, ve hepsinde galip gelmiştir.

Yıldırım Bayazıt ise, babasının bir Sırp fedaisi tarafından şehid edilmesine rağmen, o gün cereyan eden harbi kazanmasıyla azimli karakterini saltanatının daha ilk gününde göstermiş olan hakiki kahraman bir askerdi. Nihayet Niğbolu muharebesinde bu kudretini Hıristiyan Avrupa’ya tam olarak göstermiştir. Daha babası, Hemidoğullarından bazı şehirleri satın alarak Anadolu’ya doğru yaydmak temayülünü göstermiş ve Erteneoğulları hakimiyeti iflas ettiğinde Ahilerin yardımıyla Ankara’yı da ele geçirerek, bu siyaseti yüzünden Karamanoğlu’nun rekabetiyle çarpışmıştı. Yıldırım Bayazıt ise, komşu beylikleri hesabına memleketi genişletmek işinde babasını çok geride bıraktı. 1390 yılında Saruhan, Aydın, Germiyan, Menteşe, Hamid ve Teke beylikleri bölgesini, 1392 yılında da Kastamonu beyliğini zaptetti. Niftayet 1397- 1398 yılları arasında Karaman beyliğini işgal etti. Bu seferlerinde maiyetinde Balkanlardan getirdiği Hıristiyan askerleri de bulunduğundan, beyler Bayazıd’ın işgal ve ilhak tedbirlerini Hıristiyanlara dayanarak yapılan bir tecavüz hareketi telakki ve komşularına, Temüre ve Mısırlılara, öyle tefsir ettiler. Nihayet Bayazıd, Temür’den kaçıp kendisine iltihak eden Ahmet Calayır ile Kara Yusuf Türkmeni himaye bahanesiyle, bizzat, İlhanlılara tabi yerleri ele geçirmek isteyip Erteneoğullarma ait Sivas, Erzincan ve saireyi işgal edince, o zaman eski İlhanlı devleti hududunu tam olarak kendi eline geçirmekte olan Temürle çarpıştı; ve 1404 temmuzunda Ankara civarında vaki olan savaşları kaybederek esir düştü. O Mısırlıların elinde bulunan Malatya’yı işgal ettiğinden Memlüklerle de az kaldı çarpışacak olmuştu. Böylece, Asya davası yüzünden Avrupa’yı bırakmıştı.

TEMÜRLE BAYAZID’IN ÇARPIŞMASI, Türk tarihinin mühim hadiselerinden biridir. Temürlülerin büyük şairi Alişir Nevayi’nin bütün Türklerin yekkalem olmasını ve manevi sahada Türklerin «sahibkıran» ı olmayı gaye edindiğini gösteren sözlerini yukarıda (b.t. 84-85) nakletmiştim. Neva-yi’ye göre Temür, Türklerin «siyasi sahibkıran’ı idi. Temür’ün çok sevdiği to-runu Ulug Bek’te tarihinde babasını «sahibkıran ekber» tesmiye ettiği halde, Çengizi «sahibkıran-i a’zam»diye vasıflandırmıştır. Temür kendisi de devleti tam kuvvetini bulduğu, fakat büyük fütuhatına daha girişmediği bir sırada, 1388 yılında, Keş’te topladığı büyük kurultayı, «Türk devletinin ve Çağatay Ulusunun azamet ve celali» ni anmak için toplanan kurultay olarak vasıflandırmıştır. Bu büyük «Türk Devleti» nin büyük bir «Ulus» u olan İlhanlı Ulusunu, büyük oğlu Miraiışah’ın hissesi yapmıştı. Bunun garp vilayetlerindeki mühim merkezlerinden olan Sivas ile Erzincan’a Yıldırım Bayazıd’ın müdahalesine tahammül edemedi.

Müverrih GELİBOLULU ALİ diyor ki:

«Temür üç defa mektup yazıp Erzincan hakimi Tahraten’in irsi mülküne müdahale etmemesini, kendi düşmanları olan Ahmet Calayır Ue Kara Yusuf’u Rüm memleketinde beslememesini Yıldırım’dan rica ettiyse de dinlemedi, başına felaket geldi. Bazı Osmanlı tarihçileri Osmanlı sultanlarını büyütmek ve Temür’ü tahkir etmek üzere, hakikat hilafı şeyler yazarlar. Fakat Temür’ün müçyyed min Ind illah olduğu müttefakun’alçyh cumhür, ricaii gaybin seferde ve hazarda kendisine-hemrah olduğu tevarihte olduğu gibi el-sine-i nas’ta mezkür olduğu halde, (kabilecilik) nisbeti ve taassupla onu kadh etmek, vama huva bi dallamin’in Ii’I-‘abid ayetini manasını anlamamaktan ileri gelmektedir. Bu fakir daima hakikati söylemeği adet edildiğimden, hadiseyi zamanımdaki efazd ve meşayihten tetkik ettim ve tahkikında enva’ yollardan sa’y ettim. Bu cihetten bu hadiseyi eksiltmeden yazdım. Sükkan-i Şamdan olup Temür’e nisbetle seb ve ta’n eden Mevlana (İbn) Arabşah (kavmi) nisbet ve taassup yüzünden aksi teeddüp etmiştir».

Bayazıd Beğ evladının bir gün tekmil Anadolu’yu kendi idarelerinde birleştirebilecekleri o zamanki Anadolu beylerinden kimsenin hayalinden geçmemiş; onu. eski hükümdarlar tarafından tasdik olunan kendi ülüş ve malikanelerine taarruz ve tecavüzde bulunmak hakkında malik olmıyan ve hukukta kendileriyle müsavi bir «Uc beği» tanımışlar. Bu yüzden Yıldırım’ın Tokat, Amasya. Sivas, Erzincan ve Malatya’yı işgal eylemesi, diğer Anadolu beyleri üzerinde kötü bir intiba bırakmış, onlar da Temür’ün tarafını tutarak, onun vasıtasiyle kendi ülüş haklarını müdafaa etmeyi tasmim etmişlerdir. Hele Bayazıd’ın Erzincan’a hücum ederek Tahraten’in haremini esir götürmesi, AŞIKPAŞAZADE’nin bir şiirle anlattığına göre. çok kışkırtıcı bir hareket sayılmıştır.

Tahraten zamanında Erzincan’da yazılan bir eserde Bayazıd sadece bir «Ucat emiri» olarak zikredilmiştir. Maamafih Terfıür mektuplarında, onun kahramanlığını ve küffara karşı yaptığı gazalarını sena ile yadetmiş ve bu işte devam ederse, kendisine yardım edeceğini de vadetmişti. İkinci Deşt-i Kıpçak seferinden sonra Hind ve Çin seferini yapmayı tasmim etmiş olduğundan, Toktamış ta artık kımıldamıyacak derecede ezilmiş olduğundan, Batı ülkelerinde bir emniyet yaratmak ve Bayazıd’ın da dostluğunu kazanmak siyasetini takip etmiştir. 1396 yılının ük baharında kuzey Şirvan’da Samur nehri boyunda kışladığı yerden Bayazıd’a yazdığı uzun mektubunda Temür, bundan sonra Ozu (Dneper) ırmağının ötesindeki Firenkleri (yani Toktamış’a yardım eden Litvanya’lılarla Rusları) tedip edeceğini bildirmiş ve Bayazıd’a da kendisiyle müttefikan hareket etmesini teklif etmiştir. Temür bu mektubunda Bayazıd’ın Firenklere karşı kahramanca yaptığı savaşları medhetmiş ve onu kazanmak yolundaki bu tedbirinde bir aralık muvaffak da olmuştur. Temür Hind seferinde bulunduğu sıralarda, bu Litvanya’lılardan yardım almaya muvaffak olan Toktamış, Altınordu tahtında rakibi ve Te-mür’ün dosiu olan Temür Kutiug Han’a karşı harbediyordu. İşte tam bu sıralarda Toktamış ile Yıldırımn Bayazıd’ın orduları arasında Tuna nehri ötesinde bir yerde zayiatı mucip çarpışmalar olmuştur. Temür’ün kat’i kararı Hind seferinden döndükten sonra, yani 1399 yılında Çin seferine çıkmaktı. O bu kararını Hindistan’a yürürken Kabil’e yakın bir yerde arkasından yetişen Doğu Moğol (Ulug-Yurt) Çengizlilerin, Tayzı Oğlanı ve maiyetini tantana ile kabul ettiğinde bildirdi. Hind seferinden sonra Çin’e yürüyeceğini, bunun kat’i kararı olduğunu ilan etti. Zaten Temür bu Çin ve Moğolistan seferini daha 1398 yüında yapacak olmuştu, onu ancak Hind sınırlarında inkişaf eden hadiseler bu işten alıkoydu.

Temür 7 yıl süren Batı seferini yapmayıp Doğu seferini yaparak «Ulug Yurt» tesmiye ettiği Moğolistan’ı fethetmek işini tamamlamış olsaydı, Doğu-Çağataylıları onun evladından ayrılamamış, Özbekler kuvvetlenmemiş ve kurduğu devlet daha uzun yaşayabilmiş olacaktı. Fakat Mısır Memlükleri gibi Bayazıt ta Temür’ün dostluğuna düşmanlığı tercih etti. O, galiba, Ahmet Calayırla Kara Yusuf’un Doğu Anadolu’da ve Azerbaycan’daki nüfuzlarına fazla kıymet verdi. Temür de bunların, Bayazıd’ın ve Suriye Memlüklarının Batı İlhanlı ülkelerindeki düşmanca propagandalarını ve hareketlerini dur-durmazsa, Irak ve Azerbaycan’dan vazgeçmek mecburiyetinde idi. Onun için Hind seferinden döner dönmez Çin seferini 8 yıl sonraya bırakıp Batı’ya dönmek mecburiyetinde kaldı.

Temür bilfiil idare edemiyeceği yerlerde hükümet kurmakla meşgul olmuyordu. Hindistan’da da böyle yaptı ve Hind seferi, Sind sahillerine kadar uzanan yerleri idare eden torunu Pir Muhammed Mirza’nın ülüş’ünün emniyetini temin etmek maksadiyle yapılan büyük bir tecziye ve yağma seferinden ibaret kaldı. Temür’ün tarihine ait eserlerde, bu zatın, Osmanoğulları ülkesini fethetmek fikrinde olduğunu gösterecek hiçbir delil yoktur. Zikri geçen müverrih Ali de eserinin Osmanlılara ait kısmında «Temür Osman-oğulları memleketinde alemgirlik yapmak sevdasını taşımadı.

Ali Osman sultanları küffarla mücadele eden kahramanlar olduğundan onların ülkesine asker çekmeyi reva görmedi» dedikten sonra Temür’ün ağzından manzum olarak şunları anlatmıştır:

«Der idi:

Kaysaran-i Rümi-Zad Hak taala guzat’e yaverdur ali Osman olan şehan-i cihan Biz ue İklim-i Rüme er çekelim Çünkü rui zemine yokdur payan
* pehlivanlar duıur cihad u nihad
* kanda ‘azmetseler muzafferdur
* oldular husrevan-ı mülk sitan
* ne o vadide tukhmu şer ekelüm
* bizden incinmeye kimsene ‘ian».

Temür’ün fikri, Bayazıd’a ve Mısır sultanına yazdığı uzun mektuplarında da bildirdiği gibi, Çengiz oğulları memleketini eski hudutlarında ihya etmekti. Macaristan hudutlarına kadar uzanan Osman oğulları memleketini, Doğuda fethini tasmim ettiği Çin hudutları ve Ulug Yurt’la tek bir idare altında birleştirmeğe coğrafi şeraitin müsait olmadığını Temür de biliyordu. Hiç istemediği bir savaşta kendi eline esir düşen Yıldırım Bayazıd’ı yiğit ve kahraman bir asker olarak takdir etmiş, haremini kendisine vermiş, içki meclislerine de alıkoyarak aralarında ülfet hasıl olmuştu. Temür onun kendi memleketinde ve fethettiği «Firenk» ülkelerinde istiklalini tanıyacağını, kendisini evvelkinden daha kuvvetli bir padişah yapmak kararında olduğunu, bir şövalyelik eseri olarak, bildirmişti. Temür’ün bu kararının ciddi olduğu, ŞEREFEDDİN YEZDİ ve HAFIZ ABRU’dan başka onun maiyetinde bulunup Suriye ve Anadolu seferlerinin ayrı tarihini yazan katibi ŞEHA-BEDDİN MUHAMMED MÜNŞİ’nin verdiği tafsilatla sabittir. Fakat Bayazıd’ın erken ölmesi bu va’dlerin tahakkukuna imkan bırakmadı. Mamafih Yıldırım zamanında dört defa kuşatılmış olan İstanbul’un fethinin bu hadiseler yüzünden yarım asır sonraya kalması, umumi Türk tarihi bakımından belki de hayırlı olmuştur. Çünkü, Türklerin Avrupa’daki fütuhat hareketleri Batı Avrupa’da Yüzyıl Muharebeleri devam edip Fransa ve İngiltere’nin Orta Avrupa Hıristiyanlarına yardım edemiyeceği bir devirde cereyan etse ve neticede tekmil Avusturya ve İtalya Türklerin eline geçmiş olsa idi, Osmanlıların akıbeti eski Batı Hunlarınkinden farksız olurdu. Daha göçebelikten ayrılmamış olan fatih Türk kavmi de büyük sahalarda dağılmış olurdu. Temür’ün müdahalesiyle bu işin geç kalması, Yüzyıl Muharebeleri sona erip, Orta Avrupacıların Türklere karşı koyabilecek vaziyete geldikleri zamana rastladı. Eğer Osmanlılar somaki devirlerde de Balkanları hiç geçmemiş olsalardı, Türk terihi bakımından hiçbir şey kaybetmemiş, Karadeniz’in kuzey ve doğusunda daha kuvvetli olarak yerleşmiş olurlardı. Devşirilen Hıristiyanlar Türkleşmişse de, Orhan Gazi’nin daha 1330 yıllarında fethettiği Apolyon ve Maynas gölleri etrafındaki kendi köylerinde ve kendi dinlerini muhafaza ederek yaşıyan Rumlar, 1923 ydı mübadelelerine tabi tutuluncaya kadar Türk-leşmediler; Viyana ve Roma ahalisinin de, Temür gelmeyip Osmanldar tarafından fethedilmiş olsalardı Türkleşmiş olacaklarını zannetmem.

Mehmet Çelebi teşkilatçı ve siyasi kudreti büyük olan bir hükümdardı. Temürlülerle iyi geçindi ve Temür’ün namına sikkeler bastırdı. Fakat Temür’ün ölümünden sonra hasıl olan hercümercden istifade ederek, onun Anadolu beylerine iade etmiş olduğu toprakların bir kısmını ele geçirdi ve Anadolu birliğini temine çalıştı. İyi bir askerdi,-34 muharebede bulunmuş 40 kadar yara yemişti; bununla beraber ilim ve sanat sever zevk sahibi bir zattı.

Bunun oğlu İkinci Murad, dedesi Yıldırım Bayazıd gibi, işret sever bir hükümdardı; fakat iradesi az olduğundan devlet işleri vezirleri olan Candarlıların elinde kaldı. Fransa kiralı Güzel Filip tarafından 1433 yılında Doğuya gönderilen elçi Bertrandon de la Broquiere Bursa’yı ziyaret ettiğinde bu şehrin mühim bir ticaret merkezi olan büyük şehir olduğunu görmüş ve burada yaşıyan Cenevizli tüccarların evinde misafir kalmıştır. Bu elçiye göre, burada ipek ve mücevherat ile ticaret tamamiyle Avrupalıların elinde idi. Butt’uta beraber burada geniş mikyasta köle ticareti vardı. Latin ırkına mensup tüccarlar, kendi dindaşları olan Yunanlılardan çok Türkleri dost görüyorlardı. Bertandon de la Broquiere Edirne’ye gelerek İkinci Murad’ı görmüş, şahsiyeti ve siyaseti hakkında yüz sene önce Orhan Gazi’yi ziyaret eden İbn Battuta’ınn yazılarına nisbeten daha mufassal malümat bırakmıştır. Bu kayıtlara göre, İkinci Murad’ın memleketinin senevi varidatı iki buçuk milyon duka (o zaman 3.35 gram ağırlığında Venedik altın parası) teşkil ediyordu. Ordusu da 120.000 kadardı. Türk askerleri, tıpkı bindikleri atlar gibi hareketlerinde çok seri, aynı zamanda kendilerini zapta muktedir insanlar olmak itibariyle elçi tarafından takdirle zikredilmiştir.

Fatih Mehmed münevver bir zattı, lisanlara vakıftı, şairdi, bununla beraber iyi askerdi. İtalya ve Kırım seferlerinden başka bütün seferlere bizzat kumanda etti. Babasiyle olan mücadelesinde Türk vezirleri babası tarafını tuttuğu için, İstanbul’u fethettikten sonra, büyük bir nüfuza malik bulunan Candarlı vezir ailesini bertaraf edip devşirmeden yetişen adamları baş vezir etti; bu iş ondan kaldı. Osmanlı devleti artık asla beylik değildir; her hususta kendi yaratış kuvvetine inanan bir milletin devleti bir imparatorluk olmuştu. Fatih Akkoyunlu Uzun Hasan’a yazdığı mektubunda iftihar mealinde «bizim memleketimiz Dar-j İslamdır. Eben’an ced devletimizin çırağı >küffar ehlinin yüreği yağiyle ruşendir» diye anlattığı an’aneyi ecdadında görülmiyen bir kudretle yaşattı. Zamanında Doğu’dan olduğu gibi.Avrupa’dan da gelenler ve Türklerin hayatını anlatanlar çok olmuştur. Asıl Osmanlı tarihleri de Fatih’in zamanında başlayıp yazılmıştır. Büyük Osmanlı devletinin hakiki yaratıcısı odur.

Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir:

Başa dön tuşu