Ondört yaşındaki çocuklar, günümüzde daha kendi yemeğini bile yiyemez ve sokakta misket oynarken, Fatih Sultan Mehmed bir devletin başına geçebilecek erdemliliği kendisinde görerek, babası tarafından bir cihan devletinin sultanı olarak atanan büyük bir kişidir.
Çocukluğuna dair ilginç notlardan birisi, Amasya’da sancak beyi olan ağabeyinin erken yaşta vefatı üzerine, altı yaşındayken bu makama geçmesidir. Çocukluğunda çok haylaz olduğu söylenen Mehmed’in eğitimiyle meşhur âlim Molla Gurani alâkadar olmuş idi ki, anlatıldığına göre; Sultan Murad bu şahsa bir değnek vermiş ve oğlu itaatsizlik yaparsa onu kullanmasını bildirmişti. Yine söylendiğine göre; Fatih, sultanlık tahtına oturunca, hocasını vezir atamak istediyse de, bu büyük insan, kendisinden önce bu makama geçmesi gereken pek çok kişi olduğunu, o yüzden bu durumun devlette bir hoşnutsuzluk yaratacağını bildirmiş ve teklifi geri çevirmiştir.
Osmanlı sultanlarının yedincisi olan, 1432’den 1481 tarihine kadar yaşayan ve 25 tane sefere katılan, ilime önem veren, birkaç yabancı dil bilen, başta Molla Gurani ve Ak Şemseddin olmak üzere çağının en önde gelen âlimlerinden ders alan, Ali Kuşçu, ressam Bellini gibi pek çok ilim ve sanat adamını İstanbul’a getirerek bunlardan faydalanan, Avnî lâkabıyla şiirler yazan, devlet adına yapılan hiçbir suiistimali affetmeyen, gerektiğinden fazla konuşmayan, devlet sırlarını en yakınlarına dahi söylemeyen mizaçta bir kişiydi.
Sultan Mehmed’i Fatih yapan, elbette ki İstanbul’un fethi hadisesidir. Çocukluğundan itibaren babasının yanında savaşlara katılan ve iyi bir harp eğitimi gören Fatih’in İstanbul’u almaya karar vermesinin sebepleri arasında Hz. Muhammed’in hadisinin de belki rolü varsa da; bunun asıl nedeni Türk Cihan Hâkimiyetiyle alâkalıdır. Çünkü Asya’ya ve Avrupa’da da İstanbul’un batı taraflarına egemen olmuş bir Osmanlı Devleti için Bizans, Anadolu’dan Avrupa’ya hareket sırasında bir engel teşkil ettiğinden dolayı, mutlaka ele geçirilmesi gereken bir mevziiydi.
Bilindiği üzere babası II. Murad devlet işlerini yoluna koyduktan sonra tahttan çekilmiş ve yerine oğlunu bırakmıştı. Bu durum hem ülke içinde, hem de Osmanlı Devleti dışında birtakım olumsuzluklar doğurdu. Buna binaen Osmanlı devlet adamları aralarında gruplaştıkları gibi, bir Haçlı ordusu da bu sırada Tuna’yı aşıp, Edirne’ye doğru yola çıkmıştı. Ayrıca bir Venedik donanması da Çanakkale Boğazını kapattı. İşte bu tehlikeli ahval karşısında Sultan II. Mehmed’in babasına, “eğer padişah bensem, emrediyorum ordunun başına geçin, eğer sizseniz, gelip vazifenizi yapın” diye buyurması üzerine, tekrar idareyi ele alan II. Murad Varna’da Haçlılara büyük bir darbe indirdi. Bu yaşanılanların ardından II. Mehmed Manisa’ya çekildi ise de, 1451 senesinde babasının ölümü üzerine Osmanlı tahtına oturdu. Onun daha sekiz aylık üvey kardeşini boğdurtması, Osmanlı tarihinde kardeş katlinin meşrulaşmasına yol açtı.
Padişah olur-olmaz bu kutlu iş için bir dizi faaliyete girişen Fatih, önce Boğaz’da vaktiyle dedesi Yıldırım’ın yaptırdığı surların karşısında yeni bir hisar inşa ederek, Boğaz’ın kontrolünü ele aldığı gibi, toplar döktürüp, kadırgalar yaptırdı ve sayısı 50.000’e varan bir ordu hazırladı.
6 Nisan 1453 tarihinde askerlerini Eğri Kapı civarlarında yerleştiren Fatih Sultan Mehmed, Balta-oğlu Süleyman vasıtasıyla da denizden şehri kuşatmıştı. Ancak Haliç zincirlerle Bizans tarafından kapatılmış ve denizde de vukua gelen birkaç çarpışmada başarısız olunmuştu. Hatta Balta-oğlu bu vuruşmalar sırasında bir gözünü de yitirince, sultan onu azlederek, donanmanın başına Hamza Bey’i geçirdi. Hiçbir şekilde ümitsizliğe kapılmayan Fatih, bunun yerine kadırgalarını Dolmabahçe’den Kasımpaşa’ya kızaklar döşemek suretiyle indirmeyi becerdi. Bu dâhiyane fikir sayesinde, İstanbul da kuşatılmış oldu.
Nihayet yüreği Allah aşkı ve vatan sevgisiyle dolu Türk askeri, ölüme gül bahçesine girercesine atılıp, Orta Çağların, neredeyse bin yıl kadar süren son büyük devletini tarihe gömdü. Böylece Avrupalılar veyahut da Hristiyanlarca 29 Mayıs 1453’te Orta Çağ kapanıp, yeni bir asrın başladığı kabul edildi.
O, Müslüman olmayanların korktuğu gibi hiç davranmadı. Hatta onların kilise ve havralarının hukuklarını daha da genişletti. Ayasofya’yı camiye çevirdiğinde, Hristiyanlara ibadet için yeni yerler gösterdi. Verdiği beratlarla pek çok bölgede gayr-i Müslimlerin hak ve hukuklarını garanti altına aldı. Yaptığı işlerden biri de, İstanbul’un fethi esnasında kendisini yeterince desteklemediğine inandığı Çandarlı Halil Paşa’yı Edirne’de astırmak oldu ki, bu hadise onun gücü karşısında bazı art niyetlilerin geri adım atmasına neden olurken, ancak Osmanlı devleti yönetiminde yavaş yavaş gayr-i Türklerin ön plana çıkmasına da yol açtı.
Fatih’in bundan sonra da hem Balkanlarda, hem de doğuda fetihlerini sürdürdüğünü görüyoruz. Ama Hristiyan âleminin belki de Attila’dan sonra en büyük düşmanlarından birisi olarak saydığı bu Türk hükümdarını ortadan kaldırmak üzere defalarca teşebbüslere başvurduğunu biliyorsak da, bunlardan bir sonuç alınamamıştı. Nihayet Avrupalılar Attila ve Mustafa Kemal Atatürk örneğinde olduğu gibi, bir Yahudi dönmesi hekim olan Yakup Paşa’ya (asıl adı Maestro İacopo) ulaşmayı başardılar. Bu alçak adam, Fatih’e her gün dozajını artırdığı bir zehir vererek, onun sonunu hazırladı. Fatih Sultan Mehmed, 25 Nisan 1481’de Gebze yakınlarındaki Hünkâr Çayırı’nda otağındayken öldü. Fatih’in, Yakup Paşa tarafından zehirlendiği öğrenilince, bu hain kendisine verilmesi düşünülen yüklü servete sahip olamadan, Türk askerleri tarafından linç edilmek suretiyle, cezasını çekti. Savaş meydanlarında pek çok tehlike geçiren bu büyük devlet adamı, maalesef alçak bir doktorun elinde can verdikten sonra, şimdi kendi adıyla yad edilen, Fatih semtinde, Fatih Camisinin avlusunda bulunan türbeye gömülmüştür.
Çağlar kapayıp, çağlar açan, ele geçirdiği her yere adalet ve huzuru götüren bu büyük Türk sultanı, tebaası olan halkın dinine ve diline bakmaksızın eşit davranmaya çalışmış; kendisinden sonra Osmanlı Devletinin istikrarlı bir şekilde yaşaması için yeni bir kanun da hazırlamıştır ki, bunun en göze çarpan tarafı, devletin bekası uğruna kardeş katlinin meşrulaştırılmasıdır.
Fatih Sultan Mehmed zamanında, evvelce de zikrettiğimiz üzere ilim ve sanat faaliyetleri açısından Türk Dünyasında bir yükselme olmuş; medreseler ve camiler yapıldığı gibi, imar faaliyetleri arasında hanlar, hamamlar, köprüler, hastahaneler de yer almıştır. Fatih’in en büyük arzularından birisi, Araplar zamanında İstanbul’un kuşatmasına katılan Hz. Eyüb’ün mezarının bulunması olmuştur ki, daha sonra bu mekâna bir mescit yapılmasını buyurmuştur.
Yıllardır Avrupa devletleri Attila’nın Alp-Arslan’ın, Fatih’in ve Mustafa Kemal’in önünde düştükleri acizliğin intikamını almak için, Türk milletine her türlü aşağılığı yapma cüretini gösterirlerken, güya bizi yöneten birtakım zavallılar da bunlara boyun eğerek, bu vatanı kanlarıyla, alın terleriyle sulamış olan benim ecdadımın kemiklerini sızlatmaktadırlar. Türk milleti böyle horlanmaktansa ölmeyi tercih eder.
Prof. Dr. Saadettin GÖMEÇ
“Türk Tarihinin Kahramanları: 39- Fatih”, Orkun, Sayı 102, İstanbul 2006